Özgür sesler festivali: Fringe 2025

Özgür sesler festivali: Fringe 2025

31.08.2025 11:42:00
Güncellenme:
Haber Merkezi
Takip Et:
Özgür sesler festivali: Fringe 2025

Tiyatrolar, parklar, kafeler... Her yer bir sahne. Edinburgh, yeni seslerle eski yaralara bakarken seyirciyi sırf izlemeye değil düşünmeye de çağırıyor.

BURCU GÖREK

Dionysos’un bağ bozumu şenlikleri eylülü nasıl bir şölene dönüştürüyorsa ağustos da Edinburgh’ta tam anlamıyla bir sanat şenliğine dönüşüyor. Edinburgh Uluslararası Tiyatro Festivali, “Fringe”, film ve Kitap festivalleri derken kent, dünyanın dört bir yanından gelen üretimlere ev sahipliği yapıyor.

Sepya tonlarındaki tarihi binaların sardığı sokaklarda tiyatro salonlarının yanı sıra barlar, kafeler, parklar, bahçeler birer sahneye dönüşüyor. Uluslararası Çocuk Tiyatro Festivali mayısta gerçekleşse de ağustosta da ailelere ve küçük seyircilere yönelik birçok oyun sahneleniyor.

1947’de ilk kez düzenlenen Edinburgh Uluslararası Festivali, insanlığa sanat yoluyla moral ve barış getirmek amacıyla başlamıştı. O yıl resmi programa kabul edilmeyen sekiz bağımsız tiyatro topluluğu, oyunlarını festivalin “kenarında” (fringe) sahneledi. Bu küçük başkaldırı bugün dünyanın en büyük sanat buluşmalarından biri olan ve dünya çapındaki diğer Fringe’lere öncülük eden Edinburgh Fringe Festivali’ne dönüştü.

SEYİR ZEVKİNE UYGUN DURAKLAR

Edinburgh’u son dokuz yılda ziyaret ettiğim dönemlerde, kendi seyir zevkime uygun duraklar belirledim. Bunların başında yeni metinlere alan açan Traverse Tiyatrosu geliyor.

“Consumed”, Kuzey İrlanda’dan dört kuşak kadını buluşturan, nesiller boyu aktarılan travmaları politik tarih ve kimlik çatışmalarıyla iç içe geçiren kara bir komediydi. Yüzyıllardır gizlenen sırlar, ne kadar halının altına süpürülse de Hamlet’in o unutulmaz sözüyle adeta canlanıyordu: “Kötü işler gömülse de yerin dibine, çıkar bir gün insanların gözü önüne.”

Yine Traverse’te sahnelenen “Red Like Fruit”, kadınların görünmez kılınan istismarını rahatsız edici ama etkileyici bir dille sahneye taşıyordu. Deneyimle travma arasındaki farkı sorgulatan oyun, matruşka gibi bir hikâyeden diğerine açılıyordu. En çarpıcı noktalardan biri de bir kadının kendi hikâyesini bir erkek oyuncunun anlatmasını istemesiydi. Bu tercih, izleyiciye iktidar ve temsil üzerine sert bir yüzleşme sunuyordu.

Khalid Abdalla’nın “Nowhere” performansı, Mısır Devrimi’nden Gezi’ye, Theresa May’in, “Dünya vatandaşı olduğuna inanıyorsan hiçbir yerin vatandaşı değilsindir” sözlerinden Gazze’deki yıkıma kadar kişisel olanla politik olanı cesurca harmanlıyor, multimedya diliyle aidiyet, kayıp ve direniş üzerine bir antibiyografi sunuyordu.

Brezilya’dan gelen ve 26 uluslararası ödül kazanan “Tom at the Farm” yalnızca bir oyun değil psikolojik bir gerilimdi. Sahneleme tekniği, müzik kullanımı ve beden diliyle etkileyici bir anlatı kuruyordu. Tom karakterini canlandıran ve metni uyarlayan Armando Babaioff’un da belirttiği gibi oyun, Brezilya’daki homofobiye ve LGBT+ bireylerin karşılaştığı şiddete ışık tutmayı amaçlıyordu.

Fringe’in bu yılki en dikkat çekici bölümlerinden biri kuşkusuz “Welcome to the Fringe, Palestine”dı. Portobello Town Hall’da Filistinli sanatçılar tiyatro, dans, müzik ve şiirle seslerini yükseltti. Fadi Murad’ın “Flux in This Forgotten Farm” performansı doğa ve beden üzerinden direnişi sahneye taşırken, Summerhall’da izleyiciyle bir diyalog alanı kuran Farah Saleh’in Balfour Reparations’ı, 2045’te İngiltere’nin Filistin’e tazminat ödediği bir gelecek kurgusuyla tarihsel sorumluluğu tartışmaya açıyordu.

Uluslararası Festival’in programında ise Brian Cox’un da yer aldığı “Make It Happen” öne çıkan yapımlardandı. Kraliyet Bankası’nın çöküşünü hayaletler ve ironik diyaloglarla sahneye taşıyan oyun, bugünkü yaşam pahalılığının izini 2008 krizine bağlıyordu.

Edinburgh Playhouse’ta izlediğim “Orpheus and Eurydice”, minimal sahne tasarımı ve güçlü müziğiyle “aşkın zaferi ölümdür” iletisi verirken Lyceum’daki “The Book of Mountain and Sea”, Çin yaratılış mitolojisini koro ve kukla estetiğiyle harmanlayarak izleyiciyi meditatif bir yolculuğa çıkardı.

Türkiye’den sanatçılar da uzun yıllardır festival sahnelerinde. Bu yıl Kerem Kurdoğlu’nun yazdığı, Mehmet Birkiye’nin yönettiği ve Salih Bademci’nin oynadığı “Sesler” (Sounds of Istanbul), seslerin kişisel ve ortak hafızamızdaki yerini sorgulatan bir deneyim sundu. Seyircinin yüksek beğenisini toplayan oyun sezon boyunca Türkiye’de de izlenebilecek.

Yılın bu zamanında dünya sahnesine dönüşen Edinburgh’da herkes aradığını başka türlü bulur. Bu deneyim, yalnızca seyirlik bir şenlik değil dünyanın yaralı gerçekleriyle yüzleşme mekânıdır. Sanatçılar sahneden konuşmayı seçiyor, seyirciye düşen ise yalnızca izlemek değil düşünmek, sorgulamak ve taraf olmak.

Bugün dünyada savaşlar, göçler, krizler ve yükselen otoriterlikler sanatçılar için suskunluğu değil üretimi zorunlu kılıyor. Fringe ve aynı anda düzenlenen diğer festivaller, sanatın hem bireysel hem toplumsal bir direniş biçimi olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Edinburgh sokaklarında duyduğum cıvıltı, aslında sanatın hiç susmayan kalbinin ritmiydi. Ve tam da bu nedenle Fringe, tüm dünyanın vicdanı olmaya devam ediyor. Bu yıl 19–27 Eylül’de düzenlenencek İstanbul Fringe Festivali de sanatın özgür seslerini bizim sahnelerimize taşıyacak.

İlgili Konular: #Fringe #Edinburgh