“Hep aynı yerde takılıp kalsanız ve her gün aynı olsa ve yaptığınız hiçbir şeyin önemi olmasa ne yapardınız?”
The Bear’in, dördüncü sezon girizgahı Bill Murray’in, Groundhog Day (1993) isimli klasik filminde ekranda söylediği bu sözlerle açılıyor. Her sabah, aynı günü yeniden yaşayan ve sonsuz bir zaman döngüsünde sıkışıp kalan bir karakterin hikayesi, The Bear’deki ana karakterimiz Carmen’in (Jeremy Allen White) -ve dolayısıyla da bizim de- bir sezon boyunca düşeceği bir zaman döngüsünü tanımlıyor. Çünkü The Bear, kaosla çevrili bir restorana hapsetmekle uğraşmak istemiyor artık seyircisini; onun çok daha “derinlikli”, kabuk değiştirme sancılarıyla kıvranan protagonistinin acılı ruhuna ortak etme gayesi var. Evet, bu sezon Carmen’in Gregor Samsa misali metamorfozuna şahitlik ediyoruz fakat bu süreç, en az onun yaşadığı kadar çileli oluyor bizler için de…
The Bear, ilk sezondan itibaren kıvılcımı ateşleyen fikri ve çekirdeğine yerleştirdiği yas temasıyla göz alıcı bir dünya kurmayı başaran bir diziydi. Bir ailenin trajedisi, bir restoranın mutfağında sümen altı edilmeye çalışılan ancak üstü örtüldükçe daha çok kanayan, çığlık çığlığa bağıran, nefes kesici bir kaosla unutulmaya çalışılan bir matem hikayesi formu kazandı. Başrolündeki Carmen, hırsı, yeteneği ve mükemmeliyetçi tavrıyla hem ailesini onurlandırmak hem de travmalarla dolu geçmişini iyileştirmek istedi. Fakat ne acımasız restoran sistemi izin verdi onun ruhunun durgunlaşmasına, ne de o dünyanın kaotik yapısı… Mücadele ettikçe yoruldu, çırpındıkça battı ve sonunda dördüncü sezonda “dönüştüğü” hale büründü. Artık karşımızda, mutfağın karmaşasından ve geriliminden beslenen, onunla can suyu bulan bir karakter yok. Bilakis, giriş sekansındaki referans gibi, kapana kısılmış ve buradan çıkmanın bir yolunu bulamayan bir birey var.
Bu ana kadar benim için her şey çok “insani”, çok kabul edilebilir bir dönüşüm hali. Ancak bu değişimin evreleri, olması gerektiği gibi ikna edici biçimde ilerlemediği için The Bear, talihsiz üçüncü sezonundan sonra “daha iyi bir şey yapma niyetiyle” çıktığı yolda, ne yazık ki daha çok yalpalıyor. Üç sezon boyunca Carmen’le birlikte büyüyen, dönüşen, kendi tekamüllerini sürdüren her bir karakter, bu sezonda ana karakterle benzer bir evrim sürecine giriyorlar. Her birinin yolculuğu farklı ancak bizi -haliyle- en çok ilgilendiren, Carmen’inki oluyor. Bu noktada şunu sormakta fayda var: biz Carmen’i neden bu kadar çok sevdik? Ve neden şimdiki yolculuğunu salt bir insani bıkkınlık olarak görüp onun yanında olamıyoruz? Sebebini söyleyeyim: çünkü bu kimlik krizinin merkezine yerleştirilen ve bu sezonun ilk rüya sekansı ile finalde verilen “öz” dördüncü sezonunun sonunda artık inandırıcı olmaya yetecek güçte değil. Bu öz, belki üçüncü sezonda işlevsel olabilirdi ancak bu sezon, bu çapta bir dönüşümü tetikleyecek kırılma noktası için yetersiz kalıyor.
Dahası bu sezon boyunca, Carmen’in ve restorandakilerin bitmek bilmez iç dökmelerini, hiçbir işe yaramayan uzun konuşmalarını itiraflarını ya da ifşalarını gördükçe, tuhaf bir biçimde The Sopranos’un travmatik baş karakteri Tony Soprano’yu hatırladım. İzleyenler bilir, aslında The Sopranos bir “mafya” dizisi değildir; onu kendisine kisve edinmiş ve temelinde geçmişiyle barışamayan bir mafya babasının işlerini yürütebilmek için ihtiyaç duyduğu terapi seansları dizinin ana eksenini oluşturur. Elbette her sezon, Tony “işi gereği” bazı kararlar almak zorunda kalır, bu uğurda pek çok insanı kaybeder fakat öte yandan, her sezon yüklerine yük ekler; kırılganlığı artar, savunmasızlaşır. Ailesiyle halledemediği meseleler, bir trajedi yumağı olarak onu ve o gününü takip ederek çarpıcı bir dönüşüme uğramasına neden olur. Benzer bir durumu -elbette The Sopranos kalibresinde değil- The Bear’in dört sezonluk yolculuğunda da gözlemleyebiliyoruz. The Bear de mutfakta harikalar yaratan bir restoran şefinin hikayeleri pelerinini sırtına geçirip, dördüncü sezonda artık o pelerinden nasıl kurtulacağının hesaplarını yapma peşine düşen bir dizi halini aldı. Ancak bu noktada dikkat çekmemiz gereken bir detay var: The Sopranos, öyküsünün anlatısını ve kırılgan anti-kahramanını güçlendiren su yataklarını tümüyle kurutmadı. Onları beslemeye devam etti. The Bear ise depresifliğiyle “çekici” olduğunu düşündüğünü karakterine aşırı güvenme gafletine düştüğü için dengesini şaşırmışa benziyor.
Pek çok eleştirmenin aksine ben yaratıcıların bu rota değişikliğini bilinçli bir şekilde, ana karakterinin her koşulda işleyecek cazibesiyle ilişkili olarak yürüttüklerini düşünüyorum. Fakat sorun şu ki ne Carmen o kadar “görkemli” ne de bu kendisini aşırı ciddiye alan anlatı stilinin bunca kasveti kaldıracak gücü var. Tekrarlıyorum; Carmen’in dönüşümünün dördüncü sezonun ana fikri olarak hatalı olduğunu düşünmüyorum ancak dizinin, seyircisine bundan çok daha fazlasını borçlu olduğuna inanıyorum. Aile trajedileri, yas süreçleri, travmalar, kimlik bunalımları, affetmek/affedilmek, devam etmek/edememek, bunları her biri sinema tarihinde öykülemeyi tek başlarına ayakta tutabilecek kadar kadim arketipler. Ve The Bear, ilk sezonda attığı bu bereketli tohumları kurutmaktan başka bir şey yapamadı. Şimdi elinde, o çok güvendiği ana karakterinin ve dizinin isminin popülaritesi dışında bir şey yok.
Puanım: 6/10
Başak Bıçak – basakbicak@gmail.com