600 haftalık direniş

Cumartesi Anneleri, kayıplarının çiçek koyacakları bir mezar taşları olsun diye 600 haftadır haykırıyorlar. Annelerin, babaların başlattığı mücadeleyi çocuklar, torunlar devraldı. 600. haftayı, anneler Elmas Eren, Emine Ocak, Hanife Yıldız ve Galatasaray’da büyüyen çocuklar Besna Tosun, Bircan Acer ile konuştuk.

600 haftalık direniş
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 23.09.2016 - 23:06

Cumartesi Anneleri, kayıplarının kemiklerini bulabilmek, çiçek koyacakları biz mezar taşları olsun diye 600 haftadır haykırıyorlar. Anneler, babalar ‘adalet’ diye diye göçüp giderken, Galatasaray’daki mücadeleyi çocuklar, torunlar devralıyor. Kayıplarını arayan 3 kuşak, bugün, 600. haftada yeniden bir araya gelecek. Anneler Elmas Eren, Emine Ocak, Hanife Yıldız ve Galatasaray’da büyüyen çocuklar Besna Tosun, Bircan Acer ile 600. haftayı konuştuk. Besna ve Bircan, istiyor ki, bu yük kendi çocuklarına miras kalmasın. Mezarlar gösterilsin, suçlular hesap versin. Annelerin ise adaletin gerçekleşeceğine dair umutları kalmamış. Elmas annenin, hala, akşam vakti kapı çaldığında yüreği hopluyor. Hasan Ocak’ın annesi Emine Ocak, “Suçumuz neydi?” diye soruyor, gözleri yaşlı. Tek çocuğunu elleriyle karakola teslim eden Hanife Yıldız, kırgın. Özellikle de “Bu insanlar burada ne istiyor?” diye sormayan topluma küskün. “Biz herkes için buradayız. İnsanlar bunu iyi bilsinler, Hanife Yıldız’ın kaybedilecek bir Murat’ı daha yok” diyor.

Bu kez Tahir Elçi için

“Bana niçin bunu yaptılar?”

Hasan Ocak(30), 21 Mart 1995 akşamı Avcılar’daki evine gitmek üzereyken yolda gözaltına alındı. 26 Mart’ta işkenceden geçirilmiş cansız bedeni bulundu. Emine Ocak, oğlunu ararken gördüğü baskıyı, şiddeti anlatırken gözyaşlarını tutamıyor. Nefes nefese kalıyor. Acısı ilk günkü gibi: “Galatasaray’a her hafta gitmek istiyorum. Ama şimdi hastalıklarım izin vermiyor. Arkadaşlarımı izliyorum. Dertlerimizi paylaştığımız arkadaşlarım tek tek gidiyor, ölüyor. Mezarlarını bulamadan gidiyorlar. Ben dayanamıyorum. Çocuklar kimsesiz kalıyor... Biz fakirlik içinde büyüttük çocuklarımızı. Hasan’ım öğretmen olmuştu. O gün, büyük kızım Aysel’in yaş günüydü. Hasan, ‘Fazla hazırlık yapma, bir şeyler getireceğim’ dedi. Akşam oldu, herkes geldi ama o gelmedi... Hasan’ı çok aradık. Babası da ben de... Beni bir ay hapse attılar. Oğlumun fotoğrafı elimde karakol karakol gezdim. Bir polis fotoğrafımı alıp çöpe attı. Çok baskı gördük. Oğlumu öldürmüşler, ormana atmışlar, işkence etmişler, toprağa gömmüşler. Neden öldürdüler oğlumu? Neden? Suçum ne? Bana söylesinler. ‘Senin suçun şu’ desinler. Ben suçumu soruyorum. Oğlumun suçunu söylesinler... Ben kimseyi öldürmedim, kimseye kötülük yapmadım. Bana bunu niçin yaptılar? Hesap versinler. Memleketteki insanlarımıza da soruyorum. Kayıplarımız geri gelmiyor ama başka analar ağlamasın diye oturmaya başladık. İstediğimiz mezardır. Ne söyleyeyim. Herkes biliyor. Arkadaşlarımın çiçek koyup dua okuyacakları bir mezarı olsun. Devlet istese o mezarlar bulunur. Anneler ağlamasın, babalar ağlamasın artık.”

“Mehmet Ağar, çekseydi o tuğlayı...”

Hayrettin Eren(26), 21 Kasım 1980’de gözaltına alınarak kaybedildi. Annesi Elmas Eren, Karagümrük Karakolu’nda gözaltı defterinde oğlunun adını görmüştü. Gözaltına alındığı inkar edildi. Elmas anne, Cumartesi oturmasına en son iki yıl önce katılmış. Bugün yine alanda olacak: “Meydana ilk koşanlardanım ama bunca zaman bir sonuç alamadık. Bazı milletvekilleri geliyor ama niçin geliyorlar bilemiyorum. Destek olmaları lazım. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Devlet çözerse çözer. Biz yıllardır koşturuyoruz. Bir anne, destek olmadan ne yapabilir? Geçenlerde Ankara’da bir kazı oldu. İnsan kemikleri çıktı. Hemen telefona sarıldım. Çocuklara sorup duruyorum. Yine bir haber gördüm. Adamın biri zamanın birinde dış memlekete gitmiş. Çocukları, öldü mü kaldı mı bilmiyor. Bir arkadaşı tanımış, ailesine haber verdi. Ben yerimde hopladım; ‘Allah’ım böyle bir şey olabilir mi?’ diye... Neden hopladım? Bildirileri yaktım diye 1982’de beni emniyete götürdüler. Mehmet Ağar’ın karşısına getirdiler. Faruk’u sordu. Sonra ‘Öbür oğlun nerde’ diye sordu? ‘Bilmiyorum, siz bilirsiniz’ dedim. İki kolunu sırayla arkasına götürdü, ‘bilen böyle olsun mu' diye sordu. ‘Olsun’ dedim. Haberi görünce aklıma o konuşma geldi. ‘Acaba bu çocuk bir yere mi gitti’ diye düşündüm. Çocuklar, ‘öyle bir şey olur mu, anne sen deli misin?’ diyorlar. Aslında ben de hiç kondurmuyorum ama nerden ne çıkaracağımı da bilmiyorum. 36 sene bitiyor şimdi. Benim içimdeki ateş daha bitmedi. Ne zaman beni teneşir tahtasına yatırırlarsa o zaman bitecek. Hala, akşamları zil çalınca içim hop ediyor. Elli kez 'kim o', 'kim o' diye bağırıyorum aşağıya. Nasıl unutacağız? Gittiğini de bilmiyorsun kızım. Dua mı edeceksin namaz kılarken, nasıl yapacaksın? Öbür dünyadaysa 'Allah rahmet eylesin' diyeceğim, bu dünyadaysa 'bir an önce kavuştur bizi...' Mehmet Ağar, ‘bir tuğla çeksem kıyamet kopar’ dedi. Çekse de kopsaydı. Bir daha tutamazlar onu. O zaman konuşsaydı ne olurdu? Zamanında verdiği sözlere inanmadım ama Erdoğan istese hemen çözer, mezarları bulur.”

‘En çok halkın duyarszılığına kırgınım'

Murat Yıldız (19), 23 Şubat 1995 tarihinde, İzmir Bornova Özkanlar Asayiş Şubesi’nde Komiser Ramazan Kaya ile polis memuru Tahir Şerbetçi’ye teslim edildi. O günden beri kayıp. Hanife anne, kırgın, umutsuz, şunları söylüyor: “Adaleti yerine getirecek bir devlet bulalım da ondan sonra ‘adalet’, ‘adalet’ diyelim. Hak ve özgürlükler bağlanmış en tepedekine, tıkandık kaldık. Biz kime gideceğiz? Bu ülkede her şey ithal oluyor ya yargıyı da mı ithal etsek? 600 hafta ne demek? Bir düşünün. Bu insanlar ne istiyor? Bir gün değil, 21 gün değil, 21 yıldır... Benim devletten, hükümetten bir beklentim yok aslında. Biz herkes için özgürlük, adalet, eşitlik istedik. Biz kaybettik, başkaları kaybetmesin diye çaba gösterdik. İnsan, mücadelesinin bir yere varmadığını görünce ister istemez üzülüyor. Tabi ki bu mücadele hiç boşuna değil. Ben 21 yıldır çocuğumdan bir parça bulamamışsam, devlet bir mezar taşını bana çok gördüyse, ne diyebilirim ki... Hala oturuyorsak, devletin ve aynı zamanda duyarsız halkın da ayıbı. Bu halk, 21 yıldır, ‘bu insanlar ne diyor, ne istiyor’ demedi. Hiç kolay değil o meydana gelmek. Yıllardır o acı ile nasıl gidip geliyoruz ancak biz biliriz. Yanıp tutuşan bir yüreğimiz var. Bir başkasının da yüreğinin tutuştuğunu görünce, daha başka yürekler yanmasın istiyorsunuz. Bir yolumuz var, evden buraya gidip gelmek. Çok zamanlar, Cumartesi gününü iple çekerdik. Derdimizi halka anlatabilsek diye... Çok anlattık. Belki bu 600. hafta gelirler, bizdeki direnci görürler. Ben en çok bu halkın duyarsızlığına kırgınım. Birbirimizin acısını paylaşamıyoruz. Murat Yıldız’ın annesinin kaybedecek hiçbir şeyi yok. Ne sökülecek bir ağacı, ne yıkılacak bir evi, kaybedilecek hiçbir Murat’ı da yok. Onun için halk bunu duysun, iyi bilsin isterim. Bu devlet bana mezar vermedi, ben canlı mezar olarak çocuğumu karnımda taşıyorum. Oğlumun başucuna koyacağım mezar taşını da anlıma yazdım.”

‘Mücadeleyi annelerimizden devraldık'

Fehmi Tosun (36), en büyüğü 15 yaşında olan 5 çocuk babasıydı. 19 Ekim 1995’te Avcılar’daki evinin önünden silahlı, telsizli sivil polislerce 34 UD 597 plakalı beyaz Renault marka araca zorla bindirilerek götürüldü. Besna, 12 yaşından beri babasını arıyor. İHD Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon’un aktif üyesi: “Babam kaybolduktan iki hafta sonra katıldık Cumartesi Anneleri’ne. İlk hafta tek annem gitti. Sonraki hafta, bana, ‘bir yere gideceğiz, sen de babanı kaçıranları gördün. Gördüklerini anlat’ dedi. Alanda bir sürü insan vardı. Gördüklerimi anlattım. Eylemden sonra çok sayıda gazeteci gelip röportajlar yaptılar. Çocuk olduğumu unutarak, sorular sordular. Bir süre sonra ağlamaya başladım. Her anlattığınızda yeniden travma yaşıyorsunuz çünkü. İlk başta, gözaltında kayıp ne bilmiyordum. Babamı aldı birileri ama... 4 yıl öncesinde, köye baskın yaptıklarında da yataktan pijamalarıyla alıp götürmüşlerdi. 30 günden fazla işkence gördü. 3.5 yıl cezaevinde kaldı. Babamın götürülmesine alışkındık. ‘Şimdi gözaltındadır ama çıkacak, cezaevine girecek’ diye düşünüyordum. Cumartesi Anneleri’yle tanışınca, durumun çok daha ağır olduğunu fark ettim. ‘Tek kayıp babam değil. Babamı bulamayacağız. Çok kayıp insan var. Hangi birini bulacağız’ diye umutsuzluğa kapıldığımı hatırlıyorum. İlk gittiğimde, ordakilerin babam içinde toplandığını zannetmiştim. ‘Kalabalığız, onu bulacağız’ diye sevinmiştim. Çünkü her şeyi biliyorduk. Gözümün önünde olmuştu, eşgal sorsalar çizdirecek durumdaydım, arabanın plakası bellilydi. 3 yıl boyunca eve dönerken her gün dedim ki, ‘şimdi babam eve gelmiştir, ayakkabıları kapıdadır.’ Hep ayakkabılara bakardım. Bir gün geldiğimde onun ayakkabısının aynısı kapıdaydı. Çamurluydu ayakkabı. ‘Kötü adamlar onu kaçırdı ama kurtuldu, ayakkabıları bile çamur olmuş nereye götürdülerse’ dedim. Filmlerdeki gibi. Hızla kapıyı vurdum. Kardeşim kapıyı açtı. ‘Kim geldi biliyor musun?’ dedi. Ben ‘tabi ki babam’ diye düşündüm. Hemen içeri koştum. Amcam gelmişti. Birbirlerine çok benzerler. Bir an için onu babam sandım. Kitlendim. Amcam olduğunu fark edince anladım. Babam bir daha gelmeyecekti... Uzun süre babamla kaldığımız evden taşınmadık. 99 depreminden sonra taşınmak zorunda kaldık. Ama yine hepimiz o çevredeyiz. Her gün o sokağın başından geçiyoruz. Her şey taze. Onu bulmak zorundayız. Bir yerde bizi bekliyor. Annelerimiz başladı aramaya. ‘Sağ aldınız sağ istiyoruz’ diye başladılar. İkinci kuşak ‘mezarını istiyoruz’ diyoruz ne yazık ki... Amacımız çocuklarımıza devretmemek, kayıplarımızı bulmak ve hesabını sormak. Bu çok ağır bir şey. Bu meydan bütün hayatımızda herşeyin önünde. Ama 8 yaşındaki oğluma öğretiyorum. Biz bulamazsak diye kayıplar mücadelesini öğreniyor. O da meydana ilk geldiğinde 3 yaşındaydı... Bu meydanın mücadelesi amacına ulaşsın ki çocuklarımız güzel bir gelecek yaşasın. Mücadeleyi, yerlerde saçlarından sürüklenen, dövülen, gaz sıkılan annelerimizden devraldık, vazgeçmek gibi bir lüksümüz yok. Ama bu mücadele sadece kayıp yakınlarının mücadelesi olmasa keşke... Herkesin yaşam hakkına sahip çıkıyoruz. Herkesin anlaması gereken şey bu.”

‘Bir mezara çiçek koymakla, koyamamak arasında fark var'

Hasan Ocak’ın yeğeni Bircan Acer, en son 1994 yılı Nisan’ında gördüğü dayısını hiç unutmamış. Sonraki bir yıl daha çok telefonla haberleşiyorlarmış. Dayısının çocuklarla bağının çok güçlü olduğunu anlatıyor: “Bize hep komik lakaplarla seslenirdi, ismimizi söylemezdi. Çok özel çocukça bağ kurmuştu bizimle. Birlikte çok eğlendirdik. Kısa zamanda çok iyi zaman geçirdik. Fotoğraflarındaki gibi gülen, sevecen, keyifli biriydi. Kendine iyi bakardı. Yaşam önemserdi. Onun hikayesi anlatılan o hikayedeki gibi cansız ve soğuk değil. Bizde kalan kısım çok sıcak. Hasan dayım kaybedildiğinde 8 yaşındaydım. O günden itibaren hayatın tepetaklak olur gibi değiştiğini çocuk olsanız da fark edebiliyorsunuz. Normal bir ev düzeniniz kalmıyor. Annemin, dedemin, teyzelerimin haberini televizyonlardan alıyorduk. Annemin gözaltına alınışı, götürülüşü bir film karesi gibi kalmış zihnimde. Bizi alana olayların olmadığı dönemlerde götürüyorlardı daha çok. Beklenmeyen bir saldırı anında, Maside teyzemle ortada kalmışız. Tozlar havalarda uçuşuyor, teyzem bana sarılmış, yerdeyiz. Polis, etrafımızdan insanları alıp alıp götürüyor, bir mağaza çalışanı bizi kenara çekmişti. Akşam haberlerde izlemiştik yine o günü de... Annemin bütün vücudu mos mor haberlere konu olmuştu bir gün... Lise sondan sonra düzenli olarak katıldım oturma eylemine. Ordaki hiyakeleri her hafta duymak ağır geldi. Ara verdim ama şimdi yine devam ediyorum. Besna, ‘ağlamak için değil hesap sormak için burdayız’ demişti. O dirence geliyorsunuz bir süre sonra. Üzüntüyü öfkeye çevirmek zorundayız. Hep bir tarafınız kırık gibi oluyorsunuz. Aile yerine aktivist gibi davranarak ayakta kalmaya çalışıyoruz. Her şey aslında çok net. Failler belli. Emri verenler, siyasi sorumlular belli. Yapılacak şey basit aslında. Kemikler nerede? Bunu söylecekler. Failler yargılanacak. Tüm kayıpların akıbeti açıklanan dek bu meydan sürecek. Bunu yapmak zorundayız, insanlar evlerine dönebilsinler diye... Kazanacağımız şey insanlık adına çok büyük bir şey olacak. Bir mezara çicek koymakla, koyamamak arasında çok büyük fark var. Mezarı olursa, anne de çocuğunu geri aldığını kabul ediyor. Mezar bu yüzden çok önemli. ”

'Cumartesi Anneleri bize umut oldu'

Yüksekova Ağaçlı köyünde düzenlenen askeri baskında, 73 yaşındaki Abdulkerim Yurtseven, 18 yaşındaki Mikdat Özeken ve 13 yaşındaki Münür Sarıtaş gözaltına alındı. Gözaltı inkar edildi. Bir itirafçı, Yurtseven'in dövülerek öldürüldüğünü, Özeken ve Sarıtaş'ın ise kurşuna dizildiğini açıkladı. Abdulkerim Yurtseven'in torunu Emrah Yurtseven, 2005'ten beri Galatasaray'da eylemlere katılıyor: “Belki adalet geç de olsa tecelli eder ve biz dedemize kavuşuruz. Nasıl ki bu dava babamdan bana geldi, benden de çocuklarıma geçecek. Bu davanın bekçileri olmaya devam edeceğiz. Dedemizi bizden alanlardan elbet hesap soracağız. Devlet bize bütün kapıları kapattı ama Cumartesi Anneleri bize her zaman umut oldu. Kayıp yakını olmak çok zor. Ben dedemi hayal meyal hatırlıyorum. Dedem beni çok severmiş, bu yüzden bana babasının ismini koymuş. Burdan dedemi kaybedenlere sesleniyorum; vicdan sahibi olan çıksın, 'dedenin kemikleri şurada' desin. Dedemin bir mezari olsun. Dedem çiftçiydi, 75 yaşındaydı. Kime ne yapmıştı? Herkese iyiliği dokunan mert bir insandı. Dedeme söz verdik: Mezarını elbette yapacağız, yattığın yer belli olacak.”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler