78 kuşağı olmam duruşumu belirledi

Sinemayla olduğu kadar tiyatroyla da bağlarını hiç koparmadı Uğur Polat. Şimdi İstanbul Devlet Tiyatroları'nda "Kredi Kartı - Vak'aaa!" isimli bir oyunla sevenleriyle buluşuyor.

78 kuşağı olmam duruşumu belirledi
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 02.05.2010 - 07:06

Hatta Sadri Alışık Ödülleri'nde komedi dalında “en iyi erkek oyuncu” ödülünü aldı. Bu onun için şimdiye kadar aldığı ödüllerden biraz farklı. Çünkü psikolojik yönü ağır basan karakterlerle derinlere inmekten keyif alan Polat, ilk kez komedi dalında bir ödül aldı. Ödül sonrası Polat ile bir söyleşi gerçekleştirdik ve Rutkay Aziz’in onu bir grev tiyatrosunda keşfedip Ankara Sanat Tiyatrosu’na çağırmasıyla başlayan uzun yolculuğuna dair pek çok şeyden bahsettik.

Büyük gişesi olan, popüler filmlerde ona pek rastlayamazsınız. Tercihi bağımsız filmler Uğur Polat’ın ve özellikle genç yönetmenler. “Çünkü onların seti laboratuvar gibi” diyor, yönetmeni bambaşka yerlere savurduğunu söylüyor.

İlk kez “komedi” dalında “Kredi Kartı - Vak’aaa!” oyunuyla en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Uğur Polat’la konuştuk.

- Yeni oyununuz ne anlatıyor izleyiciye?

- Tek perde iki ayrı oyun bu. İlki kredi kartlarıyla ilgili. Yalnız, iletişimini sadece telefonla kuran, pek dışarıyla ilişkisi olmayan bir karakter var. Bankacılık sistemiyle dalga geçiliyor yani. İkincisinde ise gördüğü psikolojik tedavi sonucu iyi olduğuna inanan ama hâlâ iyileşmemiş, bu nedenle de bir varoluş savaşı veren, “Ben varım” kavgası veren bir adamı canlandırıyorum. Trajikomik iki hikâye.

- Bu oyun da tek kişilik. Daha önce de tek kişilik oyunlarınız olmuştu. Bunu tercih mi ediyorsunuz?

- Tek başıma top koşturacağım bir alan oluyor. Daha özgür hissediyorum. Zorlukları da, keyifli yanı da var tabii. Zaman zaman yanımda bir oyuncuya ihtiyaç duymuyor da değilim. Ama sahnede tek kişinin olması, evde de kendi kendine çalışma zamanı bulmak açısından çok avantajlı. Ama zor tabii tek kişi oynamak. İnsan bir ses, bir nefes istiyor. Bir çağrışım yok, kendi kendinizesiniz.

- Sadri Alışık Ödülleri’nde komedi dalında ödül aldınız, bu komedi dalında ilk ödülünüz.

- Ödül sinemada da, tiyatroda da moral verici ve teşvik edici bir şey. Yüreklendirici bir değerlendirme... Çünkü bu ülkede bu işte karşılık olarak pek başka bir şey alamıyoruz zaten. Yani dünyanın en iyi işini yapıyoruz ama yanlış ülkede yapıyoruz maalesef. O yüzden ödül almak, alkışlanmak, beğenilmek zaten bir sanatçının beklediği bir şey. Bu benim tiyatroda beşinci, toplamda onuncu ödülüm oldu. Farkı komedi dalında olması çünkü hep psikolojik roller oynamıştım.

- Psikolojik yönü yoğun rolleri isteyerek seçiyorsunuz değil mi?

- Psikolojisi daha ağır olan rollerin boyutları, katmanları daha fazla oluyor. Komedi iki boyutlu ise, o tarz roller üçboyutlu bence. Çünkü kazıdıkça, deştikçe altından bir şeyler buluyorsunuz. Komedilerde tip olma tehlikesi var. Dramalarda ise karakter oynuyorsunuz ve bu bir oyuncu için daha zevkli. Yani “Hamlet mi oynamak istersiniz, yoksa Hırçın Kız’daki Petruchio’yu mu oynamak istersiniz” diye sorarsanız ikisi de müthiş roller olmasına rağmen Hamlet’i oynamak birinci tercihim olur çünkü o benim için müthiş bir iç yolculuktur.

- Filmografinize baktığımda hep özel filmlerde rol aldığınızı görüyorum. Proje seçiyor musunuz?

- Reddettiğim filmlerin sayısı oynadıklarımın 3 katıdır. Çünkü bence senaryo çok önemli. Bağımsız filmlerde oynamaya da dikkat ediyorum. Yani büyük gişe yapan, popüler filmler değil bunlar. Yahşi Batı dışındakilerin hepsi bağımsız, küçük bütçeli, az kopya sayısıyla vizyona giren filmler.

- Tercihlerinizi böyle yapmaya sizi ne itiyor?

- Ben 78 Kuşağıyım, Ankaralıyım. Ankara’daki üniversiteler Türk sol tarihinde çok önemli bir yer edinmişti. Ağabeyim ODTÜ’lü, sosyal demokrat bir aileden geliyorum ve babam devlet memuru... Yani tipik bir Ankara çocuğuyum, küçük burjuvasıyım... Tabii ki 12 Eylül sürecine giden o dönem etkiledi beni. Şimdi çok kötü hatırlıyorum çünkü beraber yola çıktığımız birçok arkadaşımı 12 Eylül mahkemelerinde kaybettim. İdam edildiler, müebbet hapis cezası aldılar, yurtdışına kaçmak zorunda kaldılar. Çok sıkıntılı dönemlerdi. O süreçte biz de etkilendik, tarafsız kalmadık, o çemberin içinde olduk. 12 Eylül sonrası bu tabii ki bitmiyor, sol memenizin altındaki cevher hep ışıldıyor. Zaten dünden bugüne silinecek, geçecek, yok olacak bir şey değil bu. O hep olacak, sonuna kadar! İşte bu yüzden hayata karşı bir duruşunuz, bakışınız oluyor. Okuduğunuz gazete, gittiğiniz eğlence mekânları farklı oluyor. Bu da seçimlerimde etkili oldu. Bir şeyi okurken işin o tarafından bakmaya çalışıyorum. Bir şey arıyorum, bir şey olsun istiyorum.

- Gençlik yıllarınızda siyasi anlamda çok aktiftiniz yani...

- Evet, tabii. Zaten Ankara Sanat Tiyatrosu’na Rutkay Aziz’in beni davet etmesi de bir sosyalist gençlik örgütünün grevdeki tiyatrosunda oldu. Ben o örgütün tiyatro topluluğundaydım yani. Greve işçi sınıfına dayanışmaya gitmiştik. Ajitatif tiyatro yapıyorduk, “Patronlar kötüdür, işçi sınıfı iyidir” gibi... Ankara Sanat Tiyatrosu muhalif, politik bir tiyatroydu. Rutkay Bey de oradaydı ve bana “Ankara Sanat Tiyatrosu’na gelir misin? Bizimle bir yolculuğa çıkar mısın, kurslarımız var, katılır mısın?” demişti. Benim için sürekli izlediğim ve hayalini kurduğum insanlarla olmak müthişti. O an zaten her şey değişti benim için.

- Yani hep aklınızda oyunculuk vardı değil mi?

- Her seçim bir kaybediştir bence. Ben mimar olmayı çok istiyordum çünkü ağabeyim ve kuzenlerim mimardı. ODTÜ’de okuyorlardı, sabahlara kadar proje çiziyorlardı. Çok bohemdi ve ben çok özeniyordum. İyi ki olmamışım ama. Sonra Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oynarken bir yandan da İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilikte okumaya başladım. Sizi tenzih ederek söylüyorum ama o okulu bitirseydim ne yapardım bilmiyorum. Çok mutsuz olacaktım kesin. İyi ki bu seçimi yapmışım diyorum. Bu seçim benim hayatımın en büyük kazancı oldu. Okulda o zaman sanırım İsmet Giritli dekandı. Onun karşısına çıkıp konservatuvar sınavları için kaydımı aldırmak istediğimi söyledim. “Yapma geleceği yok o mesleğin, gazetecilik çok yükselecek” dedi bana. Ben yine de koskoca dekanla inatlaştım ve illa gitmek istiyorum dedim. Konservatuvarı kazanamasaydım ne olurdu bilmiyorum. Bu anlamda böyle de hoş bir kilometre taşıdır Rutkay Aziz'in beni Ankara Sanat Tiyatrosu’na çağırması.

- Peki Ankara Sanat Tiyatrosu ve konservatuvardan sonra sinemaya nasıl başladınız?

- Benim kuşağım ve benden önceki kuşaklar hep siyah-beyaz Türk filmleriyle, o ustaları izleyerek büyüdü, beslendi. O nedenle, o perdede olmak hayal ettiğimiz bir şeydi. Sonra konservatuvarı 1985'te bitirdikten sonra Adana’ya gittim ve Devlet Tiyatrosu’nda staj yaptım. Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan hocam Rutkay Aziz’in Zülfü Livaneli’ye tavsiyesiyle gittim görüştüm ve oldu. 1988’de Zülfü Livaneli ile Sis filmini yaptık. Fikret Kuşkan’la ağabey kardeşi oynadık, Sis ikimizin de ilk filmiydi. Onunla başlayan bu serüvende bugüne kadar irili ufaklı rollerde 30 filmde oynadım.

 

Genç yönetmenler tercihim...

- Önümüzdeki günlerde vizyona girecek “Çakal” isimli filmde oynadınız. Filmden bahser misiniz?

- Çekimler bitti ama çalışmaları devam ediyor. Herhalde ilk Antalya Film Festivali’nde gösterilecek. Çakal, kara ve sert bir film. Pırıl, pırıl genç birinin nasıl mahvolduğunu, tükendiğini anlatıyor. Bir yandan bunların nedenlerini de çok sert bir şekilde ortaya koyuyor. Bir varoş hikâyesi. Yeraltını, mafyayı da görüyoruz. Uyuşturucu ticareti, yasadışı bahisler, kazanılan bir kara para ve bu paranın lekelerinin sıçradığı bir sürü tükenmiş insan... Ben mafyadan, negatif, bağıran, çağıran, küfür eden, kirli işler yapan, emir veren, yok eden agresif bir adamı canlandırıyorum. Başrolde de İsmail Hacıoğlu var. Erkan Can ile ben dışında çok genç bir ekibimiz var. Setin ağabeyleriydik yani biz.

- Siz yönetmenlerin ilk filmlerinde rol almaya da önem veriyorsunuz sanki. Çakal gibi oynadığınız filmlerin çoğu yönetmenlerin ilk filmleri...

- Çok önem veriyorum. 30 filmimin 20'si ya ilk ya da ikinci filmini çeken yönetmenlerle. Çoğu da ilk film aslında... Çok hoşuma gidiyor bu benim çünkü o set tam bir laboratuvar oluyor. Memduh Ün gibi çok usta yönetmenlerle de çalıştım. Filmini kafasında defalarca çekmiş, sete geldiğinde ne yapacağını biliyor oluyorlar ve her şey tıkır tıkır ilerliyor. Öbür türlü ise yönetmenin çok tecrübesi olmadığı için sete geldiğinde tam neyle karşılaşacağını bilmiyor. Oyuncunun malzemesiyle kendi kafasındaki örtüşmeyebiliyor ve bu onu bambaşka bir yere götürebiliyor. Ama Memduh Ün’de ya da Ömer Kavur’da böyle bir durum yok. Çünkü onlar nereye gideceklerinden emin oluyorlar ve sizi de o yöne çekiyorlar. Oysa genç bir yönetmeni siz alıp bambaşka bir yere savurabilirsiniz. Bunu çok yaptığım da oldu. Bu anlamda laboratuvar durumundan çok keyif alıyorum. Ama usta yönetmenlerle çalışmak da bir okul gibi onu da unutmamak gerekir. l

İlkokulda doğaçlama masal anlatırdım

- Sanırım küçükken masallar anlatıyormuşsunuz arkadaşlarınıza...

- Evet, ilkokuldayken anlatıyordum. Okulun son dersinde öğretmenimiz “Haydi bakalım Uğurcuğum, gel de masal anlat bize” derdi. Ben tahtaya çıkar, tek başıma doğaçlama bir şeyler uydururdum. Bildiğimiz Keloğlan masallarını kendi kurgumla, abuk subuk ama çok komik bir halde anlatırdım. Bütün karakterleri de oynardım. Hem Keloğlan, hem padişah, hem kız, hem de köylü olurdum.

- Yaratma konusunda da merakınız var yani. Peki sinema ya da tiyatroda oyunculuk dışında bir şeyler yapmayı düşündünüz mü? Senaristlik mesela...

- Hayır. O yolculuğa hiç çıkmadım. İçimde öyle bir şeyin olup olmadığını bilmiyorum çünkü hiç deşmedim. Ama herkesin içinde mutlaka bir şeyler vardır. Mesela elbet herkes de bir oyunculuk yanı var. Maksat onu keşfetmek. Benim elimden şu an oyunculuk dışında başka bir şey gelmiyor.

- Peki oyunculukta sinema mı yoksa tiyatro mu daha ön planda?

- Sinemanın bir kalıcılığı var ve o çok cezbedici bir şey. Yani çok daha geniş kitlelere ulaşabiliyorsunuz. Yurtdışında filminizin festivallere katılması bir oyuncu için çok hoş. Tiyatronun da iki aya yakın süren prova süreci beni çok eğlendiriyor. Benim için asıl tiyatro o. Hatta sonra oynamak, her gece aynı şeyi yapmak benim için pek zevkli değil. Düşünün yedi yıl Ruhi Bey’i oynadım, 7 yıl aynı şeyi yapmak zevkli değil. Ama yaratım süreci, kendinizi zorladığınız anlar, ortaya bir şeylerin çıkması ve canlı iletişim kurmak tiyatroda hoşuma gidiyor. Yine de sinemanın cazibesi daha farklı demeliyim. Elinizde bir şey kalıyor. Kamera başka bir dünya.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler