Anadolu çocuklarının coştuğu gün

Cumhuriyet dönemi romancıları kurtuluştan kuruluşa uzanan süreci tüm yanlarıyla irdelemişlerdir.

Yayınlanma: 29.08.2015 - 22:34
Abone Ol google-news

1920’lerden 1980’lere, romancılığımızın yaklaşık 60 yıllık döneminde ürün veren yazarların yapıtlarına bir biçimde dönemin her bir aşaması konu olarak yansımıştır.

Halide Edip Adıvar’ın Ateşten Gömlek (1922) romanını bir başlama noktası olarak alabiliriz. Anılarında dile gelen tanıklığın bir başka boyutudur Türk’ün Ateşle İmtihanı (1928) ile romanına yansıyan...

Ardından Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Sodom ve Gomore, 1928), Reşat Nuri Güntekin gelmektedir.

Bu sürecin tanıklığını yapan romancılar, ağırlıklı olarak işgal, isyan, ayaklanmalar ve kurtuluşa giden yolun serüvenini işlerler.

“Erken Cumhuriyet” dönemi romanının kurucularının yaşanan toplumsal olaylara bakışında çağını yansıtmak başat öğedir.

Halide Edip, Vurun Kahpeye’de (1926), Reşat Nuri, Yeşil Gece’de (1928), Yakup Kadri, Yaban’da (1932) dönemin çarpıcı gerçeklerini konu edinmektedir.

Uyanış düşüncesiyle birlikte; yurt/vatan/ulus, kurtuluş, millî mücadele bilinci, yaşanan sıcak dönemin (1918- 1922) gerçeklerinde kendini bulur; romancıların romanlarının da neredeyse ana konusudur.

Cumhuriyet dönemi romancıları kurtuluştan kuruluşa uzanan süreci neredeyse tüm yanlarıyla irdeleyip yansıtmışlardır romanlarına... Tarihsel toplumsal dönemin getirdiği en temel sorunlar, siyasi, ekonomik ve tarihsel olaylar enikonu romanlarının ana konusu olmuştur.

 

Tahir ve Karakoyunlu

Bu bağlamda Kemal Tahir yeni bir bakışla romanlarını kurmaya yönelir. Geliştirdiği tezler ekseninde kurar her birini...

İşgal İstanbul’unu Esir Şehrin İnsanları (1953), Esir Şehrin Mahpusu (1962), Yol Ayrımı (1972) romanlarında anlatır. Yenilip teslim olan ordunun çözülüp silahsız bırakılmasını ise Yorgun Savaşçı’da (1956)...

Kemal Tahir, 1908 Meşrutiyet ve Mütareke Dönemi’nin (1918-1922) gerçekliklerini yansıttığı bu romanlarının yanı sıra 1969’da yayımladığı Kurt Kanunu’nda 1926’daki İzmir Suikastı’nı konu edinerek, İttihatçıların Mustafa Kemal tarafından nasıl tasfiye edildiğini işler.

Yılmaz Karakoyunlu ise, 2000’de yayımladığı Üç Aliler Divanı’nda aynı konuyu farklı bir bakışla ele alır.

 

Yeni edebiyatın kuruluşu

Millî Mücadele dönemi (1918-1922), romancılarımızın uzun süre irdelediği, bir biçimde romanlarına konu seçtiği dönemdir.

Bu süreç, aynı zamanda ulusun inşasıyla birlikte yeni edebiyatın da kuruluş dönemini içerir. Bu dönem ve romancılarımızın tarihsel bilinci, konusal açıdan olsun, işlenen temalar açısından olsun onları, tarihsel-toplumsal olayları işlemeye yöneltmiştir:

Mehmet Rauf (Halas,1929), Peyami Safa (Sözde Kızlar, 1923; Biz İnsanlar, 1959), Aka Gündüz (Dikmen Yıldızı, 1927), Mithat Cemal Kuntay (Üç İstanbul, 1938 ), Ahmet Hamdi Tanpınar (Sahnenin Dışındakiler, 1973/1950).

İşte bu can alıcı dönem, bir anlamda, Anadolu romanının varlığını göstermesiyle ulus edebiyatının inşa sürecini öne çıkarır.

Bir yanda çözülen imparatorluğun başkentinin işgali, ötede mütarekeyle yaşanan altüst oluş ve Anadolu’da başlayan ulusal uyanışın dip dalgasının millî mücadeleyi ateşlemesi... Kuvayı Milliye’nin doğuşu, iç isyanlar, çete savaşları, roman coğrafyamızda işlenegelen başat konular olarak kendini gösterir.

İlhan Tarus, Samim Kocagöz, Tarık Buğra, Hasan İzzettin Dinamo, Attilâ İlhan, Talip Apaydın, Erol Toy, Zebercet Coşkun, Şemsettin Ünlü, Ahmet Yurdakul, Mustafa Yıldırım, bu sürecin birçok yönünü romanlarına konu edindi.

Talip Apaydın'ın 'Vatan Dediler-II' romanından

'Kurulan yeni devlet, halkın devleti olacak'

“Arkadaşlar, Biliyorsunuz Ankara’da yeni hükümet kuruldu. Bu hükümet, bizim kendi hükümetimiz. Halk hükümeti... Ne demek halk hükümeti? Şimdiye kadar başımızdakiler hep kendileri için çalışmışlar. Kendi keyiflerini düşünmüşler. Halkı unutmuşlar. Hani bizim okulumuz, yolumuz, hastanemiz? Hani fabrikamız? Neden biz bu kadar fakiriz? Çünkü devlet bizim devletimiz olmamış. Devlet bizden sadece asker almış, vergi almış, ama hiçbir şey vermemiş. Onun için geri kalmışız. Halk fakir düşmüş. Halk fakir olunca devlet de fakir olur. Başımızdakiler ellerine geçen parayı kendi keyiflerine harcamışlar. Biz burada bulgur çorbası bulamıyoruz, onlar İstanbul’da yağla balla besleniyorlar. Saraylarda oturuyorlar. Gümüş tepsilerde, altın tabaklarda yemek yiyorlar. Yeni devlet böyle olmayacak. Yeni devlet, halkın devleti olacak. Meclisimizi kendimiz seçeceğiz. İyi çalışanları, bizi düşünenleri başa getireceğiz. Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde göreceksiniz, çarçabuk yükseleceğiz. Bütün dünya parmak ısıracak. Hele şu düşmanlarımızı bir koğalım.” (..)

 

Korkunç bir savaş

“Birliği geri çekmişlerdi. Yarıdan çoğu kırılmıştı zaten... Kalanların da savaşacak gücü kalmamıştı. Her yer yaralılarla ölülerle doluydu. Savaş hattına boyna yeni birlikler sokuluyordu. İki gün sonra onlar da değiştiriliyordu. Korkunç bir savaştı. Yunanlılar görülmemiş bir hızla saldırıyordu, ama sonuç alamıyorlardı. İki taraf da büyük kayıp veriyordu. Savaş uğultusu, süngü şakırtısı hiç durmadan günlerce sürdü gitti. Çıplak tepeler, susuz dereler kızıl kana boyandı. Kanlar kuruyunca kapkara lekeler kalıyordu.” (..)

 

Nerde o nutukçular?

Çardağın gölgesinde otururlarken bir küme genç subay geldi. Yeni okuldan çıkmışlardı belli ki, öğrenci havasındaydılar. Aralarında şakalaşıp gülüşüyorlardı. Sonra da tartışmaya başladılar. Birisi, karakaşlı kalın sesli olanı, iri iri bir şeyler söylüyordu.

“Milletin bu ölüm kalım günlerinde halk varını yoğunu verirken kaytaran zengin çocuklarına hain denmez de ne denir arkadaş? Bak şu adamlara, mutlaka savaşa girdi bunlar... Ne hale gelmişler bak...

‘Vatan millet’ diye nutuk çekmek yetmez. Benim elimde yetki olsa, önce o nutukçuları cepheye sokardım. Neredeler hani? Hep kaytardılar. Kimisi rapor aldı, kimisi geri hizmetlere kapağı attı. Bayramzadelerin oğlu benim akrabamdır. Birlikte okuduk. Nerede şimdi? Babasının işlerine yardım edecekmiş. Ordunun ihtiyacını sağlıyorlarmış. Laf! Para kazanacak dürzü. Harp zengini olacak. Her zaman böyle açıkgözler türer. Bunlara meydan vermeyeceksin. Bak, içimizde bir tek zengin çocuğu var mı? Yok. Yolunu bulur, gelmez hiçbirisi... Benim altmış yaşındaki babam terzidir. Gece gündüz atölyede çalışır, asker urbası diker. Gelirken beni istasyondan uğurlayamadı. ‘Bir urba fazla dikerim oğlum’ dedi. ‘Sen git güle güle...’ Böyle işte. Biz halkız. Her devirde işleri biz omuzlarız.” (...)

“Yürümüyor, koşuyorlardı. Uzaklarda ‘Allah Allah’ sesleri, ‘Heey, hoop’ bağrışmaları uğulduyordu. Yorgun, kavruk seslerdi bunlar, sevinçli seslerdi. Anadolu çocukları coşmuştu. Tozlu yollar, kıraç tepeler, yamalı postalların, tabanı delik çarıkların izleriyle dolmuştu. Köylü kadınlar, babasız çocuklar yollara çıkıyorlar, bakır helkelerle, teneke kovalarla su veriyorlar, bir yandan da ‘babamızı, ağamızı görebilir miyiz’ diye yüzlerine bakıyorlardı. Ne kadar birbirlerine benziyordu bu adamlar? Çene kemikleri çıkmış, zayıf, sakallı, kararmış adamlardı. Yangından çıkmışlardı sanki... Üstleri başları toza toprağa bulanmıştı. Sularını içer içmez bir ‘Sağol’ çekip yürüyorlardı. Gözleri hep ilerdeydi. Durmak, dinlenmek bilmiyorlardı.” (..)

 

İzmir göründü

“Ertesi gün yüzlerine denizin serinliği vurdu. Uzaktan masmavi görünmüştü. Orta Anadolu’nun kızgın güneşlerinde kavrulduktan sonra nasıl güzel geliyordu insana... O gün İzmir’e girdiler. İzmir, kaynayan bir kazandı. Kimi mahalleler yanıyor, kimi mahallelerde insanlar sevinç çığlıkları atıyordu.

Yaşlı bir kadın sırada yürüyen askerlerin önüne çıktı, birini kucakladı, onu bıraktı öbürünü kucakladı.

‘Oğluuum, oğullarım... Ayaklarınızın altını öpeyim’ diye bağırıyordu.

Mahmut kendini tutamayıp hıçkırdı. Ömründe bu kadar heyecanlanmamıştı.”

(Kültür Bakanlığı Yayınları, 2000, Ankara)

Ahmet Ümit ile tarihsel roman üzerine

'İnsanın her şeyden çok gerçeğe gereksinimi var'

“Patasana” (2000) ile tarihe, tarihsel olana yüzünüzü dönerken, suçun insanlık tarihindeki geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarıyorsunuz okuru... Neden tarih?

Patasana’daki tarih, tümüyle romanın kurgusu sonucu gündeme geldi. Önceleri sadece arkeologların yer aldığı bir roman yazmayı düşünüyordum. Konuyu araştırmaya başladığımda arkeolojiye bakış açımın sığ olduğunu fark ettim. Arkeologların da kendi aralarında çeşitli disiplinlere bölündüklerini anlayınca, romanımdakilerin Hititleri inceleyen arkeologlar olmasına karar verdim. Böyle bir arkeolog karakteri yaratmak için onun mesleğini, konusunu öğrenmem gerekiyordu. Hititler üzerine okumaya ve arkeologlarla röportajlar yapmaya başladım. Okuduklarım, duyduklarım günümüz Türkiye’sinde yaşananların, -kendisinden olmayanların, öteki sayılanın dışlandığını, yok edilmeye çalışıldığını- 2700 yıl önce de bu topraklarda yaşandığını gösteriyordu. Bu olgunun romanıma derinlik katacağını düşünerek, Geç Hititleri yazmayı kararlaştırdım.

Sizce tarih-roman ilişkisi nasıl algılanmalı?

Tıpkı polisiye roman gibi tarihsel romanın da iyi olanı gerçek edebiyattır. Salt tarihsel bilgiler veren -ki bu bilgiler çarpıcı, sarsıcı gerçekler de olabilir- bir romanın iyi edebiyat olmadığını hepimiz biliriz. Edebiyatın kendine göre ölçütleri vardır. Romanın dili, öyküsü, kurgusu, karakter yaratmadaki başarısı... Ne türden roman olursa olsun öncelikle bunlara bakılmalıdır. Bu ölçütleri tarihsel romana da, felsefi romana da, polisiye romana da, erotik romana da uygulayabilir ve sonuç alabilirsiniz. Benim tarihsel bir konuya el atmam, romandaki öykünün beni oraya götürmesiyle olmuştur.

Dünle bugünün yüzleşmesinde değişmeyenin altını çiziyorsunuz. Bu anlamda “Patasana” bir yok oluş/yok ediş öyküsü. Siyasal romana yeni bir yaklaşım getiriyorsunuz.

Yakın tarihimizde siyasal roman denilince, “Toplumsal Gerçekçilik” akımının belirlediği bir roman türü akla geliyordu. Yaşanan olumsuzluklar kadar, çözüm yolları da gösteriliyor ya da hissettiriliyor ve örnek bir karakterin kimliğinde geleceğe dair umutlar veriliyordu. Bu Marksizmin, determinist yönünün, -tarihsel iyimserliğinin- abartılmasından kaynaklanıyordu. Oysa politikada olduğu gibi politik romanda da insanların her şeyden çok gerçeğe gereksinimleri vardır. Ütopya kendiliğinden gerçekleşmez, bugünü korumak isteyen güçler, erklerine sımsıkı sarılan egemenler, değişimi direnmeden kabul etmezler. Etmediler de zaten. İşte ben bu gerçekliği anlatmaya çalışıyorum. Bu nedenle romanlarımın gerçekçi olduğunu üzerine basa basa söyleyebilirim. Gerçekçi derken, yalnızca erkte bulunanlara değil, erki yıkmaya çalışanlara karşı da eleştirel bir tutum içinde olmayı anlıyorum.

Politik roman kaleme alan yazarın en önemli pusulası, böylesi bir nesnellik olmalıdır, diye düşünüyorum. Kendi romanlarımda da bu nesnelliği, yani her sınıftan kahramanıma eşit uzaklıkta durmayı tercih ediyorum. Ayrıca okura ne yapmasını söylemek yerine, romanımın öyküsünde yer alan durumu sunuyorum. Onun çaba harcamasını, onun düşünmesini sağlamaya çalışıyorum. Bence roman aydınlatıcı, bilgilendirici işlevini en iyi bu biçimde yerine getirebilir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler