Banknot Tanrı olunca
Michael J. Sandel, “Paranın Satın Alamayacağı Şeyler”de, her şeyin satılığa çıkarılma “mantığı” üzerinde duruyor. Yazar, bu dehşet verici konuyu ahlak, sınır ve bireyin düştüğü karmaşa bağlamında inceliyor.
Kendimizi, “sonsuz-sınırsız” imkânların ortasında görürken Michael J. Sandel sınırdan bahsediyor. Bulaştığı siyaset felsefesini, alışıldık ekonomi düsturlarını altüst etme amacıyla harmanlayan Sandel, adalet vurgusunu boşuna yapmıyor.
“İdeal”in büyük bir balon gibi tepemizde gezindiği bu zor zamanlarda Sandel'in, liberalizm ve piyasa ekonomisi eleştirisi önemli. Siyaset, ahlak, hukuk ve ekonomi gibi netameli alanlar arasında çok uzun zamandır göz ardı edilen bağları yakalamaya uğraşması ise kimilerince bir tür “delilik” olarak nitelendirilebilir. Fakat, Sandel, duruşunu hiç bozmadan bugünün imkânlarını da kullanıp geniş kitlelere ulaşarak derdini anlatmaya çabalıyor.
En başta liberal toplum kurgusunun, “özel hayat” vurgusuyla yurttaşlık görev ve erdemlerini ötelediğini anlatmaya çalışıyor. Uyutulan bireyler yüzünden piyasanın, alıp yürümesine ve kontrolden çıktığını söylüyor. Sonuçta zengin ve yoksul arasındaki makas açılınca iki grubun zorunlu haller dışında (örneğin kamusal alanı kullanma...) yüz yüze gelmesi engelleniyor. Yukarıdakiler daha yükseğe tırmanmak için her yolu denerken aşağıdakiler biraz daha dibe çöküyor.
Sandel'e göre, insanların birbirinden ayrıştırılması esasına dayanan sistemin her şeye bir fiyat biçmesi ya da pragmatik bakışla bütün dünyaya ekonomik değer atfetmesi, parayla girilen ilişkiyi neredeyse patolojik bir boyuta taşıdı. Hemen her şey, alınıp satılır hale geldi. İşte Sandel, burada kendisinin imzasına dönüşen sınırı çekerek olan biteni masaya yatırıyor. Yaşamla piyasayı eşitlemenin sakatlığına değinme ihtiyacı duyuyor; Paranın Satın Alamayacağı Şeyler başlıklı kitabında, bir kez daha felsefeden yardım alarak piyasa ekonomisine sahip olmakla piyasa toplumuna dönüşmek arasına bir hendek kazıyor.
HER ŞEY SATILIKSA HEPİMİZ KÖLEYİZ
Sandel, her şeyin alınıp satılabildiği, bütün değerlerin ekonomiye ve ekonomik göstergelere indirgendiği bir dünyada, piyasa-ahlak ilişkisinin unutulan tarafına yol almayı deniyor. Ancak bu yol, kasislerle dolu çünkü orada Sandel'e göre satılık olmayan bir şey bulmak öyle kolay değil.
Finansal kriz, çöküşler ya da dalgalanmalar yeryüzünü sarssa da piyasa ekonomisi veya “mantığı”, kendisini “kamusal yarar için bir araç” olduğu kabulünü yayarak, bireyden topluma uzanan para tapınmacılığını körüklemeye devam etti. Ancak Sandel, bu mottonun artık ciddi biçimde sorgulandığını söylüyor. Ortaya çıkan eşitsizlik ve yozlaşmanın endişeleri arttırdığını dile getiren yazar, özellikle değer kavramının içinin boşaltılışına gönderme yapıyor. Bunu da hem ahlaki hem de ekonomik anlamda düşünüyor.
Eğer “her şey satılıktır” gibi bir düsturun peşine takılacaksak köleliği de baştan kabul etmeliyiz. Zaten Sandel'in rahatsızlığının kaynaklarından biri de bu. Sandel'in o çok önem verdiği adalet ve sınır da böylece ortadan kalkar; herkes ve her şey, aynı anda tüketici ve tüketilen haline gelebilir.
Piyasa “mantığını”, ahlaki ve siyasi bağlantılarıyla tam olarak tartışamadan bugünkü noktaya ulaştık. Piyasa değeri de insan hayatının her noktasına kararlı biçimde sızdırıldı; piyasa “kurallarıyla” toplum da sosyal ilişkiler de sakat bir dönüşüm yaşadı. Burada Sandel, hepimize bir soru yöneltiyor: Paranın hükmü nerede yürümemeli? Peki, bu sorunun kesin bir yanıtı var mı? Sandel'e göre hayır! Ama belki kamusal ortamda sıkı bir tartışma başlatabilir, yazarın güvendiği şey o. Dahası, piyasanın hayatımızdaki rolünü sorgulama amacı taşıyor bu soru. “Wall Street'i işgal et!” hareketinin benzer kaygılardan ilham ve güç aldığı unutulmamalı.
Krizleri çözmede zorlanan siyasilere azalan güven, Sandel'in deyişiyle hayal kırıklıklarını ve sisteme yönelen öfkeyi derinleştirdi. Yazar, söz konusu açmazların yozlaşmayı besleyip psikolojik ve ekonomik şiddeti körüklediğini düşünüyor. “İyi hayat” ve “ideal yaşam” gibi tamamen piyasa ve pazarlama odaklı işler, uçurumu her geçen gün büyütüşüne tatmin olgusunu da eklediğimizde piyasanın can suyu para, kimilerinin Tanrısı'na dönüşüyor. Sandel'in itirazları tam da burada başlıyor işte.
BAHİSLER VE POLİÇELER
Sandel, paranın satın alabileceklerine değinip durumun vahametini ortaya koyuyor aslında. Kuyrukta öne geçme hakkının satılması, hastane bekleme fişinin uygun bir ücretle ihtiyaç sahibine sunulması veya Papa'nın yaptığı dini törenler için bilet kesilmesi, bu duruma verdiği bazı örnekler.
Sandel'e göre her şeyin alınır-satılır biçimde değerlendirilmesinin temelinde, piyasa ekonomisinin dayattığı “refahı en üst seviyeye çıkarma ilkesi” bulunuyor. “Fayda maliyeti” denen ve iliklerimize işleyen anlayış da oradan doğuyor. Tedavi, evlenme-boşanma, iyi not karşılığı çocuklara para verme, hep hesapçı yaklaşımın yansıması. Sandel, fayda maliyeti ve hesapçılığın, çok kolay bir şekilde rüşvete kapı aralayabildiğini ve dolayısıyla yozlaşmayı beraberinde getirdiğini belirtiyor. Ama bu durumu, yabancısı olmadığımız üzere “teşvik” diye niteleyenler de var.
Alışveriş, çoğu zaman satın almaması gereken şeyin gerçek değerini düşürür. Sandel burada Nobel Ödülü'nün, arkadaşlığın ve ABD Beyzbol Ligi En Değerli Oyuncusu Ödülü'nün satılığa çıkarılmasından dem vurarak onurdan bahsediyor. Daha sarsıcı örnekler de var: Mesela böbrek veya çocuk satışı! Satın alma veya satma işlemi, her zaman gönüllülük ya da salt tatmin esasına dayanmadığından Sandel, koşulların zorlaması gibi bir etkene de atıf yapıyor. Bu da bizi, âdilliğin sıfırlandığı bir noktaya götürüyor.
Bir başka tartışmalı kalem, sistem içinde büyüyüp serpilen sigortacılık faaliyetleri ve poliçeler. Sigortacılık, bir tür hastalık, kaza ve ölüm bahsine dönüşür. Finansal risk üzerine kurulan poliçeler, çıkar veya kâr mantığıyla süslenip insanlara sunulur. Güvenlik gibi bazı hayati maddeler de eklendiğinde pasta büyür. Yazar, sigortacılığın, özünde “spekülatif cazibe”den başka bir şey olmadığına ve bunun zapt edilmesinin güçlüğüne değiniyor.
ÇARE DEMOKRASİ!
Etrafımızı kaplayan reklamlar ve satış canavarları işini yapadursun, Sandel, yine ilginç bir soruyla karşımıza çıkıyor: “Piyasayı daha verimli kılmak, kendi içinde bir erdem değildir. Önemli soru, piyasa mekanizmasını kullanmanın, oyunun güzelliğine katkı mı sağlayacağı yoksa buna zarar mı vereceğidir.”
Kamusal alanların, evlerin, hatta mekânların tuvaletleri bile reklamlara açılmışken bu soru üzerinde düşünmek abes olabilir. Eleştirmenlerle aktivistlerin, reklamcılığı ve ticari anlayışları kınaması ise birçok insana komik gelebilir. Ancak öyle olsa bile bu bağlamdaki tartışmaların hararetlendiği bir gerçek. Tartışmaların bam teli, reklamcılığın belli bir kirlilik yarattığına ve saldırgan bir hal aldığına ilişkin. Daha da ötesi, neredeyse her boşluğa (hastanelere, okullara, hatta ABD'nin bazı eyaletlerinde polis arabalarına...) reklam yerleştirilmesi, ticari anlayışın bir kentin tamamını pazarlama alanı gibi görmesine sadece birkaç örnek.
Sandel, son düzlükte düşünmemiz için bir kez daha sorularla bizi yüzleştiriyor: “Her şeyin satılık olduğu bir toplum mu istiyoruz? Piyasanın giremeyeceği ve paranın satın alamayacağı belli ahlaki ve kamusal şeyler var mı?”
Mutlak eşitlik getirmeyen ama vatandaşların ortak bir hayatı paylaşmasının önünü açan demokrasi, bu soruların yanıtlarının aranması için bize fırsat tanıyor. Tıpkı her şeyi satılığa çıkarma özgürlüğü tanıdığı gibi...
Paranın Satın Alamayacağı Şeyler/ Michael J. Sandel/ Çeviren: Mehmet Kocaoğlu/ Ekşi Kitaplar/ 304 s.
alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Esad'a ikinci darbe
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- 6 asker şehit olmuştu
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi