Bir dağ, bir taş, bir Agos

Agos gazetesi 19 yaşını kutladığı bu günlerde Anarad Hığutyun Okulu’nun baştan sona yenilenen binasına taşındı. Ne var ki yaş gününün ve taşınmanın mutluluğu, gazetenin belkemiklerinden “Baron” Sarkis Seropyan’ın ölümüyle gölgelendi. Agos çalışanları, yaş günü pastasını keserken, yüreklerinde şu cümle vardı: Hrant dağsa, Sarkis Seropyan taştı.

Yayınlanma: 14.04.2015 - 19:17
Abone Ol google-news

(Hrant Dink, Saksı Sokak’taki Agos ofisindeki çalışma masasının başında. Gazete Dolapdere’de 60 metrekarelik bir ofiste kurulduktan kısa süre sonra Saksı Sokak’taki yerine taşınmıştı.)

(Agos’un kurucusu, çınarı, ‘Baronu’ Sarkis Seropyan 28 Mart’ta aramızdan ayrıldı. 

Seropyan’ın cenazesi kilisedeki törenin ardından Sebat Apartmanı’nın önüne getirildi.)

Genelde büyüme hikâyelerinin tanığı aile fotoğraflarıdır. Yıllar içinde çocukların nasıl büyüdüğü, yetişkinlerin nasıl olgunlaştığı en iyi bu fotoğraflarda görülür. Şimdi bu durak 19 yaşında.

Benim açımdan bir büyüme hikâyesi de Agos gazetesinin fotoğraflarında gizli. Çünkü orası içinden geçen pek çokları için bir iş yeri değil, hayat durağı oldu. Ermeni basınının yüzyıllar öncesine dayanan basın geçmişi anımsandığında, on dokuz yıllık bir gazete çok genç sayılır. Ama zaman çizgisel değil döngüsel ilerliyor. Dolayısıyla yıllara bedel anlar ve bir göz kırpımlık zamanda geçen yıllar var. Agos’ta yıllar hem yaşananların dönemsel ağırlığı ile ikiye katlandı hem de bir çırpıda geçti.

 

Yeni bina, eski yıllar

Bugünlerde Agos, Hrant Dink Vakfı ile birlikte Pangaltı’daki Anarad Hığutyun Okulu’nun baştan aşağı restore edilen ve yeniden yaratılan tarihi binasına taşındı. Bu, gazetenin taşınmasına tanık olduğum beşinci mekânı. 1996’da henüz birinci ayını tamamlayan gazeteye gencecik bir insan olarak geldiğimde Dolapdere’deki 60 metrekarelik odamsı mekândaydık. Gazetenin varlığından Gençlik Kitabevi’nin düzenlediği ve ödül aldığım öykü yarışmasının törenine gelen Hrant Dink sayesinde haberdar olmuştum. O dönem kendisi de Bakırköy’deki Beyazadam Kitabevi’nin sahibiydi. Türkçe ve Ermenice olmak üzere iki dilli yayınlanması öngörülen gazeteyi büyük bir heyecan ve coşkuyla anlatmış, bu gazeteden kültür sanat sayfalarında yayınlanmak üzere benimle söyleşi yapılacağını söylemişti. Birkaç ay sonra o söyleşi yayınlandığında benim de gazetenin çalışanı olacağımı ise hiç söylememişti. Akademik kariyer ve edebiyat çalışmaları diyerek tereddütle yaklaşmaya gayret etsem de sonunda “Gel bir bak hele, burası senin dünyanı genişletecek”  diyen çiçeği burnunda Genel Yayın Yönetmeni’ne teslim olmuştum.

Gazetenin çıkış nedenleri ve kuruluş ilkeleri yüzyıllık Ermeni tarihinin izdüşümü gibiydi. O günlerde Türkiye Ermeni Patrikhanesi’ni bir rahip ve gerilla fotoğrafı üzerinden PKK ile ilişkilendirme ve hedef gösterme kampanyası yürütülmüş, Patrikhane’nin gazetecileri tek tek yemekte ağırlayarak iftiraları açık etme girişimi, yerini aralarında Hrant Dink’in de yer aldığı bir grup genç gönüllünün “Neden kendi sesimizden bir gazete çıkararak meramımızı anlatmıyoruz ki?” fikrine bırakmıştı. Ağırlıklı olarak Türkçe yayın yapan ve Ermenice sayfaları ile ana diline sahip çıkan bir gazete fikri işte böylesi bir ortamda doğdu. 

 

Susturulmuşluğa inat gümbür gümbür bir ses

1915 soykırımında doğdukları topraklardan kökleri kazınan, kafilelerle öldürülen, zorla din değiştirilen, mallarına mülklerine el konan Ermeni halkı, binlerce okul ve kilisesini de yitirdi. Ana dilde eğitim olanağından yoksun kalan, aydın ve düşünürlerinin neredeyse tamamını kurban veren Ermeniler için kuşaklar boyu süren bir suskunluk dönemi hâsıl oldu. Cumhuriyet dönemindeki birkaç cesur, ilerici solcu aydını bir yana bırakırsak, kabuğuna çekilerek, mümkün mertebe görünmez olma hali, genel yaşayış biçimiydi. Agos’la birlikte, bir yandan Ermeni kimliğini sosyal ve siyasi anlamda açık biçimde yaşama anlayışı yerleşirken, Anadolu’daki okulların yerle bir olmasıyla ana dillerini öğrenme imkânından yoksun kalan, ancak kimliklerine yürekten bağlı Ermeniler için de ilk kez bir iletişim aracı doğmuş oldu. Agos bir yandan toplum için dayanışmayı güçlendirirken, diğer yandan da gerek azınlık karşıtı devlet politikaları için kamuoyu oluşturma, gerekse geniş toplumu Ermeni kültürü, dili, edebiyatı, sanatı ve tarihi ile ilk elden tanıştırma görevlerini üstlendi.

 

Dünyanın en güzel sobasının etrafında

Agos’un verecekleri sadece okurlarıyla sınırlı değildi. Gazetenin içi de, biz çalışanları için hem bir lunapark hem de bir okuldu. Bir yandan Yolgeçen Hanı misali sayısız insanın türlü hikâye ve isteklerle geldiği mekân; kökenini, ailesini, köyünü, memleketini arayanların başvuru merkezine dönüşürken,  diğer yandan da biz gençleri kıdemli kuşaklar eşliğinde usul usul eğitti. Kendimden örnek vermem gerekirse, sistematik yok ediş politikalarının ne demek olduğunu ve bugünümüz üzerindeki etkilerini burada öğrendim. Gerek Hrant Dink gerekse Sarkis Seropyan, milliyetçilik tuzağına düşmeden ‘milletperver’ olmanın mümkün ve farz olduğunu gösterdi bana. Yeni sayıya hazırlık yapılan Cuma günleri, gazeteye adını veren Ermeni basın ve yazının önde gelen ismi Rupen Maşoyan ile Yervant Gobelyan, elindeki bastonu asa gibi tutan, tiyatronun büyük ustası Hagop Ayvaz, etrafında soba misali oturduğumuz isimlerdi. Baron Seropyan ise piposundan çıkan dumanlar eşliğinde bu etraflarına üşüşen gençleri keyifle izler ve hayatının kim bilir kaçıncı hikâyesini anlatmaya koyulurdu.

Kimi zaman çatısı akan, elimizde eldiven başımızda şapkalarla oturduğumuz, bir sıçan faresini, aydınlık camlarına konan güvercinleri dost bellediğimiz bu günler, Hrant Dink’in giderek daha tanınan, fikrine daha sık başvurulan biri olmaya başlamasıyla birlikte tatsızlaştı. Zira bu kadar etki gücü, devletin ‘iç mihrak’ alerjisini uyandırmıştı. Hrant Dink bir yandan yurt içinde ve yurt dışında insan hakları ve yayıncılık ödüllerine boğulurken, diğer yandan da basının ve yargının ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ karalama kampanyalarıyla hedef gösterildi. O ki Ermeniler resmi anlatının kalıplarından fışkırıp kanlı canlı insanlara dönüşmüşler, o ki Ermeni meselesi inkâr politikalarını ifşa edecek, susturulmuşluk zincirini kıracak biçimde konuşulur olmuştu, bu tabu kırıcının durdurulması farzdı. Böylece Hrant Dink, görünüşte on yedi yaşında, ‘aşırı milliyetçi’ bir tetikçi tarafından gazetenin Saksı Han sonraki mekânı Sebat Apartmanı önünde vurularak öldürüldüğünde bu yıl yüzüncü yıldönümü anılmaya hazırlanan tarihin son miladı oldu. Bu milat, yok edicilerin hiç öngöremediği biçimde ülke tarihinin dayatılmış bütün suikast, cinayet ve katliamlarının simgesine dönüştü, Hrant Dink yüzbinlerin birlikte yürüdüğü o tarihi günde, son bir kez daha hakikati gösterdi.

 

İki pankart tek acı

 Hayat öyle getirdi ve acıdan kuntlaşmış Sarkis Seropyan’ın yanına varıp katıla katıla ağlamasına vesile olmak durumunda kaldım. Onu birlikte yolcular, ardından birlikte konuşmalar, yazılar hazırlar olduk. Ama içimizi kor gibi yakan bu kaybı hiçbir zaman kabullenemedik. Seropyan 2007 sonrası benim kişisel tarihimin son kalesiydi artık. Derken yeni mekânımıza geçmiş, onun bütün o yıllar boyu biriken resim, heykel, taş, biblo ve kitapları yerleştirmesini, efsanevi Seropyan müzesini bir kez daha açmasını beklerken, o hiç hastalanmaz bildiğimiz koca insan bir ay içinde gözümüzün önünde eridi ve sevdiklerinin arasında, evinin köşesinde biz daha ne olduğunu kabullenemeden uçtu gitti.Bir Salı günüyle, 30 Mart denilen tarihte kiliseden çıkmış yığınlarla Agos’un eski yerine yürürken Sebat Apartmanı önündeki yeni pankarta baktım. Gözlerine baktığım bir insanın daha pankart oluşuna baktım. Hrant Dink dağsa, Sarkis Seropyan taştı. Dağ taş inlediğimiz o gün bir devrimin üzerine usulca kapıyı kapattım.

Gel gör ki, çalışmak şarttı. Bir Çarşamba gecesiyle Sarkis Seropyan için hazırladığımız özel sayı için sabahlarken bu yazıya da on dokuz yılın kısacık bir filmini sığdırmaya çalıştım. Baron Hrant ve Baron Seropyan ‘Hadi Karakaşlı yaz’ dediği için eğdim başımı yazdım. Zaten başka ne yapacaktım?

Dilerim memnun kalırlar ve bu her günü belirsizliğe açılan bu ülkede mücadele için bize el verirler. O iki koca ele, o iki tok sese çok ama çok ihtiyacımız var. 

Emeğinize, elinize sağlık Baron Hrant, emeğinize, elinize sağlık Baron Seropyan… Bu yıl kesilecek pastanın en koca iki dilimi size gelsin. Mumu söndürürken mırıldandığımız dileğimizi duyun. Bir ömür hissedelim varlığınızı ve hep birlikte yüceltelim Agos’un adını. 

Hayatın öz suyunu kurutmaya çalışanlara inat, sabanın açtığı yarıktan akan suda bereketin tohumları fışkırsın. Her yer Agos olsun, her yer Agos kalsın.  

Agos* ya da bir tohum atmak

  • Türkiye’deki Ermeni toplumunun Türkçe ağırlıklı ilk gazetesi Agos, 5 Nisan 1996’da Luiz Bakar, Hrant Dink, Harutyun Şeşeyan ve Anna Turay’ın girişimleriyle kuruldu.
  • Haftalık olarak çıkan gazete, Türkçe ve Ermenice’nin yanı sıra internet üzerinden İngilizce olarak da yayınlanıyor. (agos.com.tr)
  • İlk yayın yönetmeni Hrant Dink 2007 Ocak’ında öldürülene kadar bu görevde kaldı. Ardından 2010 yılına kadar Etyen Mahçupyan, Mahçupyan’ın ayrılmasından sonra da Robert Koptaş bayrağı devraldı. Koptaş’ın bu yıl içinde        “Gazetemizin sade okurluğuna yeniden merhaba diyorum” sözleriyle istifa etmesiyle yayın yönetmenliği görevi Yetvart Danzikyan’a geçti.
  • 24 sayfa olarak yayınlanan Agos’un haftalık tirajı 9 bin dolaylarındadır.

 * (Agos Ermenice’de tohum atmak ya da fidan dikmek için açılan oyuk anlamına gelir)

 Bir dağ, bir taş, bir Agos Fotogaleri


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler