'Bu topraklarda sansür bitmez'
Tecrübeli festival yöneticisi Hülya Uçansu geçen hafta SİYAD'ın baştatığı tartışmaya da değindi ve "2014'te yaşananlarla yüzleşmek bence de gerekli' dedi ve ekledi 'Ancak bazılarının niyeti üzüm yemek değil'
Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) geçen hafta gündemde yer bulan ve başta Antalya olmak üzere tüm film festivalleri yönetimlerine yaptıkları çağrı sinema caimasında geniş yankı buldu. Yerel yönetimin değişmesinini ardından yeniden yapılanma yoluna giden ve Ulusal Yarışma'yı yeniden düzenleyeceği açıklanan festival öncesi SİYAD, yukarıda bahsi geçen açıklama çerçevesinde, 2014 yılında Antalya'da yaşanan sansür skandalını hatırlatarak bu konuda bir yüzleşme yapılmadan hiçbir şeyin yeniden başlayamacağını ileri sürdü. 2014 yılında festivalde danışman olarak görev yapan ve bu yıl yeniden benzer bir göreve getirilen Hülya Uçansu konunun en önemli muhataplarından biri şüphesiz. Biz de uzun yıllar İKSV bünyesinde İstanbul Film Festivali'nin direktörlüğünü üstlenen ve bu süre zarfında sansürün muhtemelen her çeşidiyle baş etmek durumunda kalan Uçansu'yu aradık ve konuyla ilgili geniş bir mülakat yaptık.
* Sansür sinemamızın bitmeyen belası... Siz de bu meselenin en yakın tanıklarından birisiniz şüphesiz. Son günlerde yeniden gündeme gelen sansür tartışmalarına değineceğiz elbette ama öncelikle geçmişte nasıl bir uygulamayla karşı karşıya kaldı sinemamız, ondan bahsedelim. Sansürün en sert olduğu dönemler hangileriydi örneğin sizce?
Ülkemiz sinemasında sansürün tarihi Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına hatta daha öncesine uzanır. İlk sansürü İngilizler 1919’da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye oyunundan uyarlanan filme uygulamışlar. Esas kurumsal sansür “toplumun ahlâkını koruma” amacıyla 1932’de hazırlanan Polis Vazife ve Selâhiyetleri Kanunu’nun içine sokulunca başlamış ve günümüze kadar sinemacılarımıza kan kusturdu. Esas kan kusan kuşak 1950’ler ve ’60 larda Soğuk Savaş’ın sertleştiği dönemde film yapanlardır. O dönemde yapımcılar önce kılıfına uygun bir sansür senaryosu hazırlar, çekim iznini onunla alır, sonra gerçek senaryolarını çekerlerdi. Behiç Ak’ın "Sinemada Sansür-Siyah Perde" belgeselini izlemeyenlere tavsiye ederim.
Benim sansürle tanışmam 1975’te Sinematek Derneği için çalıştığım dönemde oldu. 1978-1980’de İstanbul Film Yapım Gösterim Merkezi’nde gösterim şefi olarak çok kısıtlı imkânlarla çalışırken sansür hep baş belamızdı. 1978’de Antalya Film Festivali’nde Maden ve Yusuf ile Kenan’ın yasaklandığı yıl festivalin ekibindeydim. 1979’da 3. Balkan Film Şenliği’nde biz olanca tecrübesizliğimizle uluslararası bir festival düzenlemeye çalışırken sansür yine devredeydi.
Ancak benim sansürle esas mücadelem 1983-2006 yılları arasında direktörlüğünü yaptığım İstanbul Film Festivali’nde oldu. O günün her türlü imkânsızlığı içinde, o kadar emekle dünyanın dört bir köşesinden toparladığımız filmler gümrükten indiği gibi önce içinde bir asker, bir bakanlık memuru gibi sinemayla ilgisi olmayan bir kurumun “huzuruna” indirilir, biz bütün seansları yok giden biletleri satarken onlar keyiflerince filmleri keserlerdi, ortalık ayağa kalkardı. İlk sene 1982’de duvarda kiril alfabesiyle yazılan yazıları gören sansür üyeleri “Burada mutlaka komünizm propagandası vardır” diyerek filmi bütünüyle yasaklayıp daha ilk yıla damgasını vurmuştu. Solanas’ın Yılmaz Güney’e ithaf ettiği "Tangolar" filmini bir sinema yazarı sansüre ihbar edince film yasaklandı. Uluslararası jürimizin başkanlığına çağırdığımız Helma Sanders Brahms’ın filmi "Şirin’in Düğünü" saçma sapan gerekçelerle yasaklanmıştı. Festivalde yasaklanan filmlerin hikayeleri ve listesi çok uzundur.
Sansürün festivale yaptığı en büyük hayır (!) 1988’de oldu, 5 filmi birden kesmek istediler.. Festival düzenleyicileri ve sinemacılarımız festivalin düzenlediği bir protesto ile dönemin jüri başkanı Elia Kazan ile birlikte Vakfın merkezinden Taksim’e yürüdü. Bu yürüyüş basında ses getirdi. Dönemin Kültür Bakanı Tınaz Titiz çıkardığı kanun hükmünde bir kararname ile ülkedeki uluslararası festivalleri sansürden muaf tuttu. Ancak geriye ulusal filmlere uygulanan ve kendini Eser İşletme Belgesi zorunluluğu olarak gösteren ve yine bir sansür olan uygulama kalmıştı. Sinemada sansürün çok sert olduğu ’90 lı faili meçhuller yıllarında bir kültür merkezinin genç sinemacılarının çektiği, işletme belgesi olmayan (ve olamayacak olan) belgesellere bütün riskleri göze alarak gösterim şansı verdiğimi hatırlıyorum. Kendileri kim olduklarını bilirler. Bu belgenin festivallerden kaldırılması için çok emek verenlerden biriyim. Daha iki yıl önce 2017’de bana Sadri Alışık Sinema Emek ödülü verildiği yıl bu belgenin festivallerden kaldırılması için sahneden basına çağrı yaptım. Şimdi eser işletme belgesinin kısmen de olsa festivallerden kaldırıldığını öğrendim. İyi bir aşama.
* Yeşilçam ya da daha genel manasıyla sinema camiamız sansürle etkin bir şekilde mücadele etti mi, neler eksik kaldı ya da ne gibi hatalar yapıldı?
Sinemacılarımız sansürden çok çektiler ve elbette mücadelelerini verdiler. Sinema emekçileri 1977’de yeni sansür tüzüğünü protesto etmek için Ankara’ya üç gün süren bir yürüyüş yaptı. Daha sonra bu tarihi yürüyüşün "Yollara Düştük" (2014) adında bir belgeselinin yapıldığını duydum. Sinema sektörünün belki en büyük zaafı örgütlerin bir araya gelip birleştirici güçlü bir üst yapı kuramamaları, bir ulusal film akademisi tarzı bir yapı oluşturamamaları. Şu günlerde sürdürülmekte olan yeni girişimin sonuç almasını umarım.
* Sansür çeşitli biçimlerde hala devam ediyor. En son 'Bakur' filminin yönetmenlerine verilen hapis cezası (üstelik son savunmaları dahi alınmamışken) bunun en bariz örneklerinden. Sizce sansürün bu topraklarda bitme ihtimali var mı?
"Bakur" filminin yönetmenlerine verilen hapis cezası “sinemaya” uygulanan sansürden daha öte, ülkemizde son yıllarda giderek sertleşen, özgür ifadeye verilen bir cezadır. Bunun artık pek çok alanda görüldüğünü biliyoruz.
Hayır, sansürün ne yazık ki bu topraklarda biteceğine inanacak kadar iyimser olamıyorum. Hele de son yıllarda içinden geçmekte olduğumuz ve giderek sertleşen politik koşullarda. Elbette mücadelesi de koşut olarak sürecek. Özgür düşünce ve ifadenin her alanında, yalnız sinemada değil.
* Gelelim son tartışmalara... Antalya Film Festivali'nde 2014 yılında yaşanan sansür skandalının ardından yaşanan gelişmeleri az çok herkes anımsıyor. Siz o zaman festivalin danışma kurulundaydınız ve festival bittikten sonra ilk istifa eden kişi oldunuz. Bu yıl yeniden yapılanan festivalin de danışma kurulundasınız. Öncelikle 2014'te ne olmuştu, ve bu yıl yeniden danışma kuruluna girme kararını nasıl aldınız, neler değişti?
2014 yılı gerek sinemamız, gerek Altın Portakal, gerekse o yıl o olayların içinde yer alanlar açısından her şeyin birbirine karıştığı, bulanık, karmaşık, sonuçları itibariyle de çok talihsiz bir yıldır. Bana göre her şey öncelikle idari açıdan yapılan vahim bir hatayla başlatıldı. Hiçbir sanat etkinliği belediye avukatından icazet almaz. yirmi dört yıllık festival direktörlüğüm süresince böyle bir şey yapmak aklımdan geçmedi. Görevdeki bir danışman belgesel yarışmadaki filmlerin hepsini avukata gönderme kararı alıyor. Belgesel ön jürisindeki üç belgeselci avukata gönderilen listeyi imzalayarak gönderiyor. Festivalin direktörü de tecrübesizliğinden maalesef bunu onaylıyor. Bu vesileyle bildirmek isterim ki, alınan bu karar benim şahsıma bildirilmeden alındı, benim bilgim ve onayım olmadan uygulandı. O günlerde ailevi nedenlerle İstanbul dışındaydım. O yılı yaşayan ekipten bunu doğrulatabilirsiniz.
Avukat’ın Reyan Tuvi’nin filmindeki “fuck you” duvar yazısının 2 yasaya göre (Özlük haklarına hakaret, Cumhurbaşkanı’na hakaret) suç kabul edildiğini bildirmesi üzerine film programdan çıkarılınca olaylar patladı. Daha sonra avukat “fuck you da kalabilir ama bilet satılan seansta gösterilebilir, halka açık değil,” dediyse de kimse kulak asmadı, başlatılan linç kontrol dışına çıkmıştı.
Unutmadan hatırlatmak isterim ki, o sene ilk sansür ön jüri tarafından Haluk Ünal’ın Küçük Kara Balıklar belgeseline uygulandı. O günlerde ben orada olmadığım için bu filmle ilgili ayrıntılar Ünal’ın kendisinden öğrenilebilir.
Belgesel, kısa film ve sinema yazarları jürileri çekildi, o yarışmalar iptal oldu. Buna karşılık ulusal ve uluslararası yarışma jürileri konumlarını korudular ve yarışmalar yapıldı. Ödüller kazananlara sunuldu. SİYAD jürisi yeniden derlendi, onlar da törende ödüllerini verdiler.
O yıl istifa etmek de bir seçenekti. Ben neden mi istifa etmedim? Çünkü kendi adıma bu iktidar döneminde bize verilmiş olan mevziiyi kaybetmeden doğru iş üretimini sürdürmek istedim. Çünkü bir koca yıl boyunca yapılan filmlerin izleyicileriyle buluşmasına, ziyan olmamasına önem veriyorum. Çünkü bir film festivalinin pek çok açıdan (kültürel, politik, sosyolojik) yararlarına inanıyorum. Ben koca bir ömrün çalışmasını buna adamışım. Bir yıllık devasa çalışmanın ve bütçenin heba olmasına içim elvermedi.
Ne mutlu ki bu konuda yalnız değildim: Sektörün önde gelenlerinden önemli bir kesim de festivalin kurtarılmasına karar verdi ve o doğrultuda çok çalıştı. Yani, benim istifa etmememi kendi sinemacı refleks ve yaklaşımlarıyla çok sayıda sinemacı da dolaylı olarak onayladı ve doğruladı.
Festival bittikten sonraki ilk toplantıda dönemin direktörü belediye başkanının ulusal yarışmayı kaldırmayı düşündüğünü söyleyince bu düşünceye şiddetle itiraz ettim ve danışma kurulundaki görevimden hemen ayrıldım. İyi de yapmışım. Bir sonraki yıl artık belgesel ve kısa film yarışmaları Altın Portakal’ın çatısı altında yer almıyordu. Çok şaşırtıcı buldum ama sektörden buna ne 2015’te ne 2016’da genel bir tepki gelmedi. Üç yıl sonra da 2017’de aynı belediye başkanı ulusal yarışmayı iptal etti. Sektörü temsil eden çok sayıda örgüt bir araya gelerek 2018 ve 2019’da Altın Portakal’ı boykot etti.
Ulusal yarışmanın iptalinden bir yıl sonra 2018’de genç yönetmen Kaan Müjdeci 2017’deki iptale tepki olarak alternatif bir ulusal yarışma düzenledi. Beni bu protesto içeriğindeki yarışmanın jürisine davet ederek onurlandırdı. Ona minnettarım. 2018 ulusal yarışmasının açılışında Kaan’ın benden istediği açılış konuşmasında “Sinema bir direniştir. Ulusal Yarışma bir gün o şehre mutlaka geri dönecek” dedim ve ne mutlu ki fazla beklemeden haklı çıktım.
Antalya belediyesinin el değiştirdiği, ulusal, belgesel ve kısa film yarışmalarının yeniden başlatılacağı bu sene, 2019 yılında, Altın Portakal’ın çok başarılı gerçekleştirilmesinin önemine içtenlikle inandığım için sektörden güvendiğim sinemacılarla 3 ay çok uğraştık. Kim olduklarını kendileri bilirler. Sektör temsilcileri Gezici Festival ve diğer çalışmaları nedeniyle tecrübeli festivalci Ahmet Boyacıoğlu’nu Belediye yönetimine Altın Portakal direktör adayı olarak önerdiler. Belediye yönetimi de bu öneriyi kabul etti. Ahmet Boyacıoğlu ve ayrılmaz partneri Başak Emre çalışmalarına güvendiğim iki arkadaşımdır. Normalde dokuz ayda ancak toparlanacak bir festival çalışmasını iki buçuk ay gibi kısa bir sürede toparlamak zorundalar. Çok zor bir görev. Benden uzun yıllardaki tecrübem nedeniyle destek istedikleri zaman onları reddetmeyi doğru bulmadım, yardımcı olabileceğimi düşünerek davetlerini kabul ettim. Çünkü ben gerçekten yarım asırlık Ulusal Yarışma’nın Altın Portakal’a döndüğü bu yıl kültürel ve politik açıdan çok başarılı olması gerektiğine inanıyorum. Ancak bazı sinema yazarlarının kimi yaklaşımlarıyla hakikaten üzüm yemeyi hedeflediklerinden kuşkuluyum. Bu yaklaşımla yeni belediye ve festival yönetiminin bu ilk yılına gölge düşürmelerinden çok kaygı duyduğumu bu vesileyle bildirmek isterim.
* SİYAD'ın açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Festival bu konuda nasıl adım atmalı, bir özeleştiri yapılır mı?
Arkamda bıraktığım sinema sektörü için verdiğim kırk yıllık emekten sonra SİYAD yönetiminin bana “sansürcü” muamelesi yapmasını en hafif ifadeyle “şuur dışı” buluyorum. Sinema yazarları arasında belli bir kesimde “eleştirelim” derken uyguladıkları linç kültürünün izlerini gözlemlemek maalesef üzücü. Onlar için her şey nedense ya ak ya kara. Benim yukarıda ayrıntılarıyla aktarmaya çalıştığım olaylar dizisini bugün bu bildiriyi kaleme alan kaç sinema yazarı biliyor ya da işin doğrusunu öğrenmek için gayret sarf etti? Bir insanı ya da bir olayı değerlendirirken onu araştırmanın, soruşturmanın ve de analitik düşünmenin asgari bir çaba olduğunu bilmelerini isterdim. Söz konusu meselelere vakıf olmadan yöneltilen bu suçlamanın tek muhatabı haline getirilmiş olmamı da sadece bilgisizlikle açıklamakta güçlük çekiyorum.
“Bu yılki yeni belediye ve yeni festival yönetimi özeleştiri yapar mı?” sorusunu yerinde bulmuyorum. Özeleştiri’yi olayları yaşayanlar yapabilir. Yeni belediye ve yeni festival yönetiminin 2014’te yaşanan olaylarla ilgileri yok ki…
Öte yandan festivalin yeni yönetiminin 2014’te gösterilemeyen belgesel ve kısa filmleri bu yılın programında göstermesinin yerinde olacağını düşünüyorum. Sorumluluğum gereği bunu da açıklıkla festival yönetimine ifade ettim. 2014 yılında yaşananlarla, özgürlük ve sansür konusu çerçevesinde yüzleşilmesi gerektiğine ben de inanıyorum ve destekliyorum. O açık yara başka türlü iyileşmeyecek.
* Bu konuda hedef olduğunuzu düşünüyor musunuz? Gazetemiz aracılığıyla bir açıklama yapmak ister misiniz?
Evet, sinema yazarlarıyla belgeselcilerin bir kesiminin beni de “sansürcü” diye yaftalayarak hedef aldıklarını görüyorum. Sansüre karşı dur durak bilmeden mücadele verdiğim kırk yıllık çalışma hayatımın ve 2014 ile ilgili olayların ayrıntılı dökümünü yukarıda yaptım. En vicdanlı yargıyı sinemamızın tarihine bırakıyorum.
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- 6 asker şehit olmuştu
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- ‘Toprak bütünlüğü’ masalı ve Suriye: İmkânsız bir ülke