Cumhuriyeti kuranlar, hiçbir zaman umutsuzluğa teslim olmadı. Bizlerin de umutsuzluğa kapılma hakkı yok...
Cumhuriyeti kuranlar umutsuzluğa teslim olmadı. Bizlerin de umutsuzluğa kapılma hakkı yok. İkinci yüzyıla giderken Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandıracağız ve Cumhuriyetimiz gerçek anlamda kimsesizlerin kimsesi olacaktır…
CHP GENEL BAŞKANI
Kemal Kılıçdaroğlu
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının Milli Mücadele’yi hangi şartlar altında yürütmüş olduklarını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken Osmanlı’dan devraldıkları mirasın durumunu anlamak için bakılacak kaynak metinler arasında, Mehmet Emin Yurdakul’un TBMM tutanaklarına geçmiş bir konuşması da bulunuyor.
Şair - milletvekili Mehmet Emin Yurdakul, 1911-1912 yılları arasında bulunduğu Erzurum Valiliği görevi sırasında yaptırdığı araştırmanın bilgisini, Meclis oturumunda şu sözlerle paylaşır: “Bendeniz Erzurum’da bulunduğum zaman bir istatistik yaptırdım. Tifodan bir sene içerisinde ahaliden 1500 kişinin, askerden de yedi yüz kişinin öldüğü sabit oldu 1326 (1911) senesinde. Tokat’ta, Pazarköy nahiyesine geldim. Ne kadar ahalisi varsa zavallıların hepsi de hasta bir halde bulunuyordu.
Bayburt ve Erzurum ovalarında yere batmış nesli kesilmiş köylere tesadüf ettim.” Yurdakul’un, 1911 yılı itibarıyla “Tifodan kırılan şehirler, sakinleri hastalığa mahkûm olmuş kasabalar, nesli kesilmiş köyler” tablosu, Anadolu’nun o yıllarda sağlık açısından bulunduğu genel durumu özetliyordu.
1911’i milat olarak kabul ettiğimizde, Ege adalarına kadar uzanan 1911-1912 Trablusgarp / Türkİtalyan Savaşı; sadece askeri açıdan değil, sosyal ve siyasal sonuçları açısından da travmaya dönüşen 1912-1913 Balkan Savaşı; 1914-1918 I. Dünya Savaşı ve 1919-1922 Milli Kurtuluş Savaşı’nı kapsayan 11 yıllık bir savaşlar dönemi yaşadı Anadolu. Haliyle Osmanlı ve Ankara hükümeti, Yurdakul’un halk sağlığı açısından şahit olduklarını istenen düzeyde düzeltme olanaklarından mahrum kaldı.
Bu dönemi anlamak için Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in Türk Tarih Kurumu yayını “Salgın Hastalıklardan Ölümler / 1914 -1918” adlı eseri de son derece önemli bir kaynaktır. Prof. Dr. Özdemir, eserinde Balkan Savaşı’na katılan Alman Binbaşı Hochwaechter’in günlüğünden İstanbul ve çevresiyle ile ilgili şu satırları aktarır:
ŞEHİTLERİMİZİN ÜZERİNDE DOLAŞAN AKBABALAR
“Dört gün öncesine kadar başkumandanlığın gazino olarak kullandığı ve içinde son kez yemek yediğim bir evde ağır hasta subaylar için yataklar yapılmıştı… Her yerde bitip tükenmek bilmeyen bir inilti… Arsalar, ganimeti paylaşmak için birbirleriyle çekişen akbaba ve köpek sürüleriyle dolu. Hava kirlenmiş, bütün arazi ölü tarlası. Bu manzaraya artık tahammül edemeyeceğim!” Gerçekten de tahammül edilmesi zor, acı bir manzara…
Prof. Dr. Özdemir, kitabında Ahmet Emin Yalman’ın “Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye” çalışmasına atıfla Milli Müdafaa Vekâleti istatistiklerine de yer vermektedir: “...1930 yılında ABD’de yayımlanan bu istatistiklerde yer alan ölüm rakamları cephelerde savaşa katılan dokuz Osmanlı ordusu ile ilgilidir. Bu ölüm rakamlarına müstakil birlikler ve öteki cephelerdeki hastalık ve yaralıdan ölüm rakamları eklendiğinde hastalıktan ölümler 466 bin 759, yaralıdan ölümler 68 bin 378’dir ve böylece askeri sağlık birimi kayıtlarındaki hastalıktan ve yaralıdan toplam ölümler 535 bin 137 olmaktadır. Fakat yazar tarafından bu ölüm rakamlarında Çanakkale Muharebeleri’ndeki kayıplara yer verilmediğinin vurgulanması dikkat çekmektedir...”
Osmanlı, yaralanma sonucu şehit olan askerlerinden yaklaşık yedi kat daha fazlasını, hastalıklar sonucu kaybetmişti. Bu veriler, yaklaşık 11 yıl aralıksız süren uzun savaş dönemiyle birlikte zaten pamuk ipliğine bağlı ekonominin çöküşünün de bir sonucudur. Bu çöküş, sosyal, siyasal çöküşle iç içe geçmiş, bir tsunami gibi Anadolu’yu vurmuştur.
Büyük bütçe açıklarının verildiği, yıllık ortalama enflasyon oranının yüzde 300’lere ulaştığı, I. Dünya Savaşı’nın başından sonuna ülkedeki fiyatların yaklaşık yüzde 2000 oranında arttığı, tahıl ekim alanlarının dahi yarı yarıya azaldığı, yoksulluk ve salgın hastalıklardan ölümler nedeniyle nüfusun büyük ölçüde kırıldığı bir dönemdir bu. Bir başka anlatımla Atatürk, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak Milli Mücadele’yi başlattığında, Osmanlı’dan kalan sosyal, siyasal ve ekonomik enkazla birlikte salgın hastalık enkazını da devraldı.
UÇURUMUN KENARINDAKİ YIKIK ÜLKE
Dolayısıyla Atatürk’ün, 9-15 Mayıs 1935 tarihleri arasında toplanan Cumhuriyet Halk Partisi 4. Büyük Kurultayı’nda, Milli Mücadele’yi de kapsayan yaklaşık 11 yıllık savaş dönemine atfen kullandığı, “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke…
Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Yıllarca süren savaş...” ifadesi, sadece düşmanlara karşı verilen haklı bir mücadeleyi betimlemez. Aynı zamanda bu mücadelenin, “Çökmüş bir ekonomiye, dağılmış bir toplumsal yapıya, yoksulluğa ve salgın hastalıklara” rağmen başarıldığını da anımsatır. Bu noktada yeniden başa dönelim... Mehmet Emin Yurdakul, Erzurum Valiliği sırasında yaptırdığı araştırmanın bilgisini TBMM’nin saat 18.00’de başlayan 29 Ekim 1923 tarihli oturumunda paylaşıyor.
Söz aldığı kanun tasarısı, “Tıp fakültelerinden yeni mezun doktorların mecburi hizmetleri” hakkında... Saat 20.30’da Cumhuriyeti ilan etmeye hazırlanan Meclis, egemenliğin sahibi milletin sağlığıyla ilgili alınması gereken kararlardan geri durmuyor... En kısa sürede, Anadolu’da doktorsuz il ve ilçe bırakmamanın çabasıdır bu. Atatürk, Nutuk’ta 29 Ekim sabahından itibaren TBMM’de yaşananlara değinirken bu kanun için şu bilgiyi verir: “…Meclis toplantısı açıldı. Saat öğleden sonra altı idi. Kanun teklifi, Kanunu Esasi Encümeni tarafından usul yönünden incelenerek, mazbatası hazırlanırken, Meclis diğer bazı meseleler ile iştigal etti.”
Büyük Atatürk’ün, yeni mezun doktorların mecburi hizmetlerine ilişkin görüşmeleri “Meclis’in iştigal ettiği bazı meseleler” genel parantezi içinde anmış olması, konuyu önemsiz addettiği anlamına kesinlikle gelmez. Aksine doktorların mecburi hizmetlerini düzenleyecek tasarısının o gün görüşülmüş olması, bizzat kendisinin Cumhuriyete yüklediği görevle uyumudur. Bu görev, “Cumhuriyetin bilhassa kimsesizlerin kimsesi olma” görevidir.
Peki, bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyete verilen “Kimsesizlerin kimsesi olma” görevinden ne anlamalıyız? Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ağır buhranda, bu görevin anlamı sadece iktisadi midir?
İLERLEMENİN VE KURTULUŞUN ANASI HÜRRİYET
Bir kez daha tarihe dönelim: Atatürk, Şam’daki görevi sırasında kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni Selanik’te de örgütlemek için 1906 yılında gizlice kente gelir. Arkadaşlarıyla yaptığı toplantıda özetle şunları söyler: “…Millet baskıcı ve zorba yönetim altında yok oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok olma vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir…”
Attığı adımdan emin ve başarısız olması halinde doğacak sonuçlardan da korkmayan bir Mustafa Kemal görüyoruz bu sözlerde; özgürlüğe tutkun, vatanı kurtarabileceğine inanan genç bir subay. 1906’da Selanik’te arkadaşlarıyla birlikte “Memlekete hürriyet getirme” yemini eden Mustafa Kemal, aradan geçen 12 yıl boyunca, aralarında Çanakkale’nin de olduğu cephe savaşlarında onlarca başarı kazandı. 1918’de ikinci kez İskenderun, Halep ve çevresinde konuşlanmış olan 7. Ordu’nun komutanlığına getirildi.
Bu görev sürecinde de İngilizlerin öncülüğündeki kuvvetler karşısında önemli başarılar kazandı. Örneğin, 26-27 Ekim 1918’de İngiliz ve Arap ordularını Halep’in kuzeyinde durdurdu; bu başarı, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’ndaki son başarısı olarak tarihe geçti. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan bir gün sonra ise Adana’ya gelerek Alman General Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devraldı.
Lord Kinross, “Atatürk- Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı eserinde, bu devir - teslim toplantısına ilişkin şunlar yazmaktadır: “Alman ve Türk subaylarının ayrılış toplantısında bir Alman generali geçmişteki silah arkadaşlıklarını öven konuşmasını ‘Yenildik’ diye bitirdi. ‘Bizim için her şey bitti artık.’ Mustafa Kemal ise demecine ‘Savaş müttefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ancak bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız şimdi başlıyor’ diye son verdi.”
Mustafa Kemal, bu sözlerinin doğrultusunda işgal kuvvetleriyle birlikte Mondros Ateşkes Antlaşması’na onay vermiş payitahta ve İstanbul hükümetine karşı da yürüteceği mücadelenin temellerini Adana’da atmaya başladı. “Ateşkes anlaşmasının, bölgeyle ilgili maddelerine itiraz etmesi, mücadeleyi sürdürme isteği, işgal kuvvetlerine karşı bölge halkından oluşan bir direniş hareketi başlatma çabası ve diğer uygulamaları”
İstiklal Savaşımızın ilk hamleleridir. Dolayısıyla hamlelerini sadece askeri değil, aynı zamanda siyasi birikiminin ve geleceğe yönelik kararlılığının yansımaları olarak değerlendirmek gerekir.
TEK ADAM REJİMİNE EN KARARLI İTİRAZ
Bu nedenledir ki Adana’da yaptıklarının sarayda yarattığı rahatsızlık nedeniyle Mustafa Kemal İstanbul’a geri çağrıldı. Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’u işgal etmeye başladığı 13 Kasım 1918’de Mustafa Kemal Haydarpaşa’daydı.
Yüz binlerce vatan evladını kaybeden, yüz binlercesini gazi kılan bir imparatorluk, tek bir adamın onayıyla işgal edilmektedir. Millet yoksul ve yorgun durumdadır. Ülkeyi savaşa sürükleyenler yurtdışına kaçmış, saray ve İstanbul hükümeti tahtını korumak adına işgal kuvvetlerinin emellerine teslim olmuş; ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştır. O dönemin tek adam rejimine karşı en kararlı itiraz ise sadece Mustafa Kemal ve kısa süre içinde Milli Mücadele’nin içinde yer alacak bir avuç arkadaşından gelmekteydi.
Kendisini karşılayan arkadaşlarıyla beraber bir istimbotla Karaköy’e geçerken işgal kuvvetleri donanmasına bakarak “Geldikleri gibi giderler!” dedi. Bu söz sadece işgal kuvvetleri için değil, işgale göz yumanlar için de söylenmiş bir söz olarak, tarihteki yerini aldı.
Dolayısıyla 1906’da Selanik’te arkadaşlarıyla birlikte aldığı “Memlekete hürriyet getirme” kararı, 12 yıl sonra bir Alman subayına hitaben verdiği “Ancak bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız şimdi başlıyor” yanıtı ve “Geldikleri gibi giderler!” sözü, Mustafa Kemal’in Anadolu’yu nereye ve nasıl taşıyacağının ipuçlarıdır. Mustafa Kemal, Anadolu’yu hürriyete yani Cumhuriyete taşıyacak ve bunu egemenliğin mutlak sahibi olması gerektiğine inandığı milletin kendisiyle yapacaktı.
YENİDEN KİMSESİZLERİN KİMSESİ OLMAK
1906’dan 1918’e, oradan da 29 Ekim 1923’e kadar geçen süreçte yaşananlar ışığında yazımın bu bölümünde, yukarıdaki sorumu yenilemek istiyorum: “Peki, bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyete verilen ‘Kimsesizlerin kimsesi olma’ görevinden ne anlamalıyız? Türkiye’nin içinde bulunduğu bu ağır buhranda, bu görevin anlamı sadece iktisadi midir?” Bu sorunun kesin ve net bir yanıtı vardır; elbette hayır.
Bugüne gelirsek… Üzülerek ifade etmek isterim ki, Cumhuriyetimiz, bugün kendisini “kimsesiz” olarak görenlerin “kimsesi” olmayı tam olarak yerine getirememektedir. Yoksulluğu yenmeyi değil, yönetmeyi amaç edinmiş bir siyasi anlayış tarafından adeta rehin alınmış bir Cumhuriyetle karşı karşıyayız.
Bize düşen görev ise ikinci yüzyılına yaklaşan Cumhuriyetimizi, yaşamın hangi alanında olursa olsun, kendisini kimsesiz hisseden herkesin “kimsesi” kılmaktır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyete verdiği “kimsesizlerin kimsesi olma” görevi ve her yaştan gence verdiği Cumhuriyeti “yüceltme ve devam ettirme” sorumluluğunun gereği budur.
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETE AİT OLMALI
Cumhuriyet, işsizlerin “kimsesi” olmak zorundadır. Eğer işsizlik bütün kötülüklerin anasıysa ki öyledir, Cumhuriyet işsizliği yenmek zorundadır. Cumhuriyet, her dört gencinden birinin işsiz olmasına kayıtsız kalmamalı, gençlerine iş bulamıyorsa devlet bizzat kendisi iş vermelidir.
Cumhuriyet, liyakate dayalı bir istihdam politikasını yaşama geçirerek, kayırmacılık nedeniyle kamuda çalışma fırsatına kavuşamayan, hak ettiği terfi alamayan, hak ettiği atamadan mahrum kalanların “kimsesi” olmak zorundadır. Cumhuriyet, şiddet mağduru kadınların “kimsesi” olmak zorundadır. Kadına yönelik bireysel ve toplumsal şiddeti sonlandırmak anayasal bir sorumluluktur. Cumhuriyet, bu sorumluluğunu eksiksiz yerine getirmek zorundadır.
Cumhuriyet, adalet arayanların “kimsesi” olmak zorundadır. Cumhuriyet için önemli olması gereken hukukun mutlak üstünlüğü, adalet dağıtacak olan yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığıdır. Bu sağlandığında şeriatın kestiği parmak acımaz, aksi zulüm olur. Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu temel ilkesine dayanmak zorundadır. Bütün anayasalarda bu ilke olmakla birlikte maalesef bu temel ilkeden uzaklaşılmıştır.
Seçim barajı nedeniyle millet iradesinin önemli bir bölümü, TBMM’de temsil edilememektedir. Cumhuriyet, siyasi iradesini TBMM’ye yansıtamayanların “kimsesi” olmak zorundadır. Seçim barajı kaldırılmalı ve adil bir seçim yasası uygulamaya konulmalıdır.
Cumhuriyet, öğretmenlerden, akademisyenlerden “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller” yetiştirmesini ister. Oysa günümüzde, başta eğitimciler olmak üzere binlerce insan, sadece siyasi iktidarı eleştirdikleri için dahi terörist olmakla suçlanmakta, mahkûm edilmektedir.
Cumhuriyet, ifadelerinden ve düşüncelerinden dolayı mağdur olmuş herkesin “kimsesi” olmak zorundadır. Bu bağlamda Cumhuriyet, düşünceyi ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün, din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olmak zorundadır.
Cumhuriyet, kamu ihalelerinde yandaş uygulamaların mağduru olmuş iş insanlarının “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, kamu ihalelerinde şeffaflığı sağlamalı, kamu harcamalarında savurganlığı önlemelidir.
Cumhuriyet, hesap vermekten kaçanlara karşı, hesap vermekten, denetlenmekten kaçınmayanların, hesap sormaktan korkmayanların “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, etnik, dinsel ve mezhepsel bir körlükle kurulmuştur. Dolayısıyla kimseye, etnik kökeni, dini ve vicdani inanışı, mezhepsel farklılıkları nedeniyle ayrımcılık yapılamaz, aynı gerekçelerle ayrıcalıkta bulunulamaz.
Cumhuriyet, etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa uğradığını düşünen herkesin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, efendilikten uzaklaştırılan köylümüzün “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyetin kuruluşunda köylülerimizin her türden fedakârlıkları vardır. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türk köylüsü milletin efendisi olarak kabul edilir. Oysa bugün çiftçilerimiz açlığa mahkûm edilmiş, tarlalarından koparılmıştır.
HUZUR İÇİNDE YAŞAYACAĞIMIZ BİR TÜRKİYE...
Cumhuriyet, savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin, iktisadi zaferlerle taçlandırılmasının en önemli dayanağıdır. Ancak kalıcı iktisadi zaferleri sağlayacak olan katma değeri yüksek ürün üretme hedefinden büyük bir hızla uzaklaşılmıştır. Uzun yıllar beton ekonomisine dayalı modelin geldiği nokta ağır bir ekonomik buhrandır.
Cumhuriyet, en kısa sürede ihracat odaklı ve katma değeri yüksek üretimi hedefleyen ancak istedikleri desteği alamayan sanayicimizin, üreticimizin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, adil bir vergi politikası ve gelir dağılımındaki eşitsizliğini giderici diğer politikalarla dar gelirlinin, emekçinin, alın terinin karşılığını alamayanların “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, açlık sınırının altında aylık alan milyonlarca emeklinin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, taşeron işçilerin, kahveci esnafının, kuryelerin, apartman görevlilerinin, sağlık emekçilerinin, güvenlik güçlerinin, şehit ve gazilerin “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, tek bir çocuğunu dahi yatağa aç sokuyorsa Cumhuriyet olma vasfını kaybetmiş demektir.
Cumhuriyet, yatağa aç giren çocuğun, çocuğu yatağa aç giren annenin ve babanın “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, özgürce üretmek ve özgürce sergilemek, sahnelemek isteyen tüm sanatçıların, yazarların, yayınevlerinin, sinemacıların, gazetecilerin, düşün insanlarının, doğa ve hayvan hakları savunucularının “kimsesi” olmak zorundadır.
Cumhuriyet, yeniden mazlum milletlerin “kimsesi” olmak zorundadır.
Özetle Cumhuriyet, hep birlikte huzur içinde yaşayacağımız bir Türkiye’nin inşa edilmesidir. Kimsenin kendisini sahipsiz hissetmediği Türkiye’yi inşa ettiğimizde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözüne anlam kazandırmış oluruz. Bu yıl Cumhuriyetin ilanının 97. yılını kutlayacağız.
Cumhuriyetin 100. yılına sadece üç yılımız kalmış olacak. Unutulmasın ki Cumhuriyet, demokrasiye yürekten bağlı Atatürk ve arkadaşları tarafından kuruldu. Bize düşen, Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmaktır. Ben hiç şüphe duymuyorum ki, milletimiz ilk seçimlerde tercihini, 100. yılında Cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmaktan yana kullanacaktır. Böylelikle çok kısa bir süre içinde geniş bir toplumsal mutabakatla hazırlanmış, darbe hukukundan arındırılmış, her türlü vesayetten uzak; cumhurbaşkanının mutlak tarafsızlığını, kuvvetler ayrılığı ilkesini esas alan yeni bir anayasaya kavuşacağız.
Cumhuriyet, tam anlamıyla ve eksiksiz olarak, kendisini geçmişte kimsesiz hisseden herkesin “kimsesi” olacak. Son bir söz olarak yeniden anımsayalım: “Tifodan kırılan şehirler, sakinleri hastalığa mahkûm olmuş kasabalar, nesli kesilmiş köyler vardı; şehitlerimizin üzerlerinde akbabalar dolaşıyordu; 400 bin asker hastalıktan ölmüştü; ordudaki sıtma vakası yüzde 40 seviyesindeydi” ancak Cumhuriyeti ilan etmeye hazırlanan Meclis, Anadolu’ya en kısa sürede doktor göndermenin de arayışı içindeydi.
O zor koşullarda Cumhuriyeti kuranlar hiçbir zaman umutsuzluğa teslim olmadı. Bizlerin de umutsuzluğa kapılma hakkı yok. Cumhuriyetimizin 97. yaşı kutlu olsun. İkinci yüzyıla giderken Cumhuriyetimizi demokrasi ile taçlandıracak ve Cumhuriyetimiz gerçek anlamda kimsesizlerin kimsesi olacaktır… Bunu biz, hep birlikte başaracağız...
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Müge Anlı'nın eşine yeni görev