Donan bir denizin ortasında
Leponya'da kışları kısacık günler, bitmek bilmeyen geceler var. Yılın yedi ayı falan her yer bembeyaz.
Burası Laponya. Aslında bir ülke değil, bölgenin ismi. “Lapon halkının yaşadığı İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın en kuzeyi”. Kuzey dediysem, bayağı kuzey. Kışları kısacık günler, bitmek bilmeyen geceler var. Yılın yedi ayı falan her yer bembeyaz. Yazları da, malum, o hiç gelmeyen karanlık. Şimdi tam zamanıydı, şartylar uygun olsaydı...
İki kez ziyaret ettim bu bölgeyi. Ne şanslıyım, bazen kendi kendime nazarım değecek diye korkuyorum… Bu da ne fena bir şartlanmadır laf aramızda.
Laponya’ya yaptığım son geziden notlar. Birkaç sene evveldi, durmadan gezdiğimiz, hatta neredeyse her gün uçtuğumuz dönemlerdi. Laponya, ondan sonra o kadar popüler oldu ki, İstanbul’dan direkt uçak seferleri bile kondu. Ah ben yetişemedim. Aktararak durarak uçak değiştirerek ulaştım her seferinde.
İnsan gerçeklerle savaşmak için bazen hayallere dalar. Gündelik hayatın akışını bozmadığı, şiddet barındırmadığı sürece de son derece sağlıklıdır bu. İşte benim hayallerimde hep ren geyiklerinin çektiği kızaklı faytonlarla seyahat edişim var. Beni en çok rahatlatan, tüm anıları silen, beynimin bütün kıvrımlarını temizleyen yer, orası.
SON LAPONYA GEZİSİNDEN İZLENİMLER
Aslında Norveç ve İsveç arasında dolaşıp duruyorum son günlerde. Sınırlar da kalkmış ya artık, rehber söylemezse, hangi ülkede olduğumun farkında bile değilim. Yerel halk, “sami ırkı”, son derece ürkek, sakin, çok içki içen, sevimli, biraz çekik gözlü ve toprağına çok bağlı. Yani böylesi genellemeleri pek sevmesem de, kaba hatlarıyla diyelim. Ren geyikleri, haski cinsi köpeklerle çekilen kızaklar, Noel Baba’nın evi, Buzdan Kale, Buz Otel; çok sayıda görecek şey, deneyimleyecek aktivite var. Şanslıysanız hava artı 2, 3 derece; bazen eksi 10'larda. Ama garip bir şekilde alışılıyor. Artık nem olmadığından mıdır, yoksa psikolojik midir, bilemem.
Geyik çiftliğinde geçmiş bütün bir günüm. Muhteşemler. O yavru geyikleri sevip besleyip sonra da öğlen yemeğinde geyik etinden yapılma bir tür gulaş yediğim için kendimden nefret ediyorum. Hatta yanında ayı eti de. Çok da lezzetliydi hepsi. İğrencim.
Ama burası soğuk. Burada insan sürekli koşturuyor. O geyiklerin çektiği kızaklarda dengede durabilmek, sonrasında iki saat kartopu oynamak, küçük tepecikten kızakla ve kayaklarla kaymak, o ağır kıyafetleri giyip çıkartmak, her gün onlarca kilometre yok kat etmek… Enerji lazım, iyi beslenmek şart. Doğal koşullar ne sunuyorsa, onları kabullenmek gerekiyor. Roma’da bir Romalı gibi davran demişler. Laponya’da da bir “Lapiş” gibi...
Sahi, küresel ısınmaya inat, burası buzul çağında neredeyse, her yer bembeyaz. Çoğu yerde yollar bile. Bir tek zincirli araç görseydim keşke. Yok yok, adamlar Türk şoförü gibi atarlı değil ya, sinirleri alınmış ya, buz üstünde yaşamaya alışmışlar ya... Okullar açık, hastanelerde ameliyatlar yapılıyor, sinemalarda filmler oynatılıyor, spor salonları ağzına kadar dolu, fabrikalarda üretim devam ediyor. Onlar doğayla savaşmamayı öğrenmişler çoktan. Kaderlerine boyun eğmişler, “olayımız budur” demişler. Kurallara uyarak doğru yaşamayı seçmişler.
Of, çok konuştum. Sosyolog olacaktım neredeyse. Yarın sabah erkenden “buzkıran gemisi” ile yolculuğa çıkacağım. Kemi şehri, buraya bir saatlik otobüs yolculuğunda. Bütün gün gemide kalacağım. Biraz film takılıp uyumak en iyisi herhalde.
Donmuş bir körfezin ortasında
“Bırakın, beyaz ipek gibi yağan karın altında
Hayallerimiz olsun.
Yaşayalım.
Özgür,
Güzel,
Düşünceli.
Anlatalım düşündüklerimizi birbirimize.
Sevinç egemen olsun her yerde,
İnsanca bir kaygı.
Beyaz, ipek gibi yağdı kar.
Yağsın.
Dünya daha güzel olacak
İnanıyorum buna.
Bir insan kalbinin güzelliğine
Çocukluğuna
Sonsuz cesaretine, olanaklılığına
İnandığım kadar…”
Ataol Behramoğlu’nun en sevdiğim şiirinden aklımda kalan son kısmı, burada hep dilimde. Bir de, nedense, “Buzlar Çözülmeden” oyunu. Cemal Fehmi Başkut muydu? İşte, geçmiş hep benimle. Rüyalarım hep İstanbul, hep çocukluğum, kitaplarım. Gel de Kavafis’i anma. “Nereye gidersen git, bu şehir arkandan gelecektir!” Ah babam, annem, Tarabya…
Yok, “şimdide” ve “buradayım”. Kemi şehrinin limanına geldik bile. Bineceğimiz buz kıran gemisinin ismi “Sampo”. 1960'larda inşa edilmiş, 1980'lerin ortalarına kadar da körfezdeki ticaretin kış aylarında sorunsuz yapılabilmesi için var gücüyle çalışmış. Ticaret gemileri limana yanaşabilmiş, alışveriş Sampo sayesinde devam edebilmiş. Sonraları daha bir teknolojik, daha hızlı çalışan başka tür deniz araçları yapılmış. Bizim Sampo tam jilet fabrikasına yollanacakken aklı ileri birkaç kişi “Durun” demiş. Durmuşlar. Aklı ileri “akiller” anlatmışlar, teker teker, yavaş yavaş: “Biz bu gemiyi yok etmeyelim, onun yerine bakımını yaptıralım, motoru en cillobundan tamir edelim, içine bir mutfak, birkaç sıra koltuk atıverelim ve bu bölgeye gelen turistlere eğlence yaratalım. Hem para kazanalım, hem de, bizim de işimize yarayacak bir eğlence yaratmış olalım!”
Bothnia Körfezi’nden açılmaya başladık. Tabii kıyıya en yakın yerlerdeki buzlar, geçen haftalardaki gezilerle kırılmış. Belli ki yeni kar yağmamış, rüzgârlarla daha yukarılardan yeni buz kütleleri taşınmamış. Öyle sakin sakin, gayet sorunsuz ilerliyoruz. “Gemi turu yapalım” diyor rehberimiz. Makine dairesi, mutfak, güverte ve basın kontenjanından kaptan köşkünü ziyaret ediyorum. Biraz manzara, mis gibi temiz hava. Das ist schön, oh be, kendime geldim.
Ancak hâlâ buz kırma işlemi başlamış değil. Anons ettiler, “bir saat içinde” diye. Bu arada öğle yemeği servisi başlıyor, bir masanın kenarına ilişiveriyorum. Hayatımda yemediğim kadar çok somon, geyik falan yemişim zaten. Sorun yok, somon çorbası, en sevdiğim!
İŞLEM BAŞLIYOR, HAYDİ GÜVERTEYE
Birazdan “tır tır tır” makineler çalışmaya başlıyor. Gemide bir kıpırtı, herkes güverteye koşuyor. Bembeyaz bir örtünün kapladığı bir denizin ortasındayız, ama kocaman bir örtü. Hiçliğin en merkezindeyiz sanki. Gideceğimiz istikamete doğru kocaman vidalardan oluşan buz kırma makineleri çalışıyor. Buzlar kırılıyor, gemi yavaş yavaş ilerliyor. Arka tarafta, beyaz örtü yırtılmışçasına ince bir yol açılıveriyor. Yırtığın altından, buz mavisi Baltık Denizi, kıpır kıpır kendini gösteriyor.
“Şimdi yüzme vakti” diyorlar. Kırılan buzlardan açılan küçük alanlarda. Özel tasarlanmış, portakal renginde, uzay kıyafetleri gibi kıyafetler hazır bekliyor. Görevliler buzların üzerine çıkmışlar, gemiden de birkaç merdiven suya ulaşıyor.
NASIL BİR HEYECAN, NASIL BİR DENEYİM…
Baltık Denizi, çok tuzlu bir deniz değil. O yüzden de donması çok daha kolay. Zaten iklim de malumunuz. Üstelik kuzey rüzgârlarıyla körfeze doğru taşınan buz kütleleri, hiç erimeden aylarca suda kalabiliyor. Gözünüzde canlandırmak için biraz Titanik filmini de hatırlayın; o kocaman buz kütleleri suyun içinde yüzüyor.
YANIBAŞINDA DA BEN!
Portakal rengi, aslında yürümesi ve hareket etmesi son derece zor olan bu abuk kıyafetin içindeyim. Denize atlarken bin bir tereddüt geçiren birkaç kişiye hayretler içinde bakıyorum. Kıyafet hem yüzde 100 kuru, hem de yüzde 100 sıcak tutuyor. “Hadi, çıkın artık” diyorlar. Hayır, bu deneyim hemen bitsin istemiyorum.
Buzlar çözülmeden, karlar erimeden, örtü kalkmadan... Ben hiç bitmesini istemediğim bir hayaldeyim. Gerçeği ne yapayım? O sevimsiz, kaba, hodbin, yırtıcı hayatı ne yapayım? Ben burada, bembeyaz bir rüyânın içindeyim
DAHA YAPACAK ÇOK ŞEY VAR
Son yıllarda birçok turizm acentası, Laponya gezileri düzenlemeye başladı. Ben ilkinde kendim, ikinci gezimde de ETS ile gittim ve çok memnun kaldım. Dolu dolu bir turdu. Her yıl yeniden bambaşka bir tema ile inşa edilen Buzdan Kale’den çok etkilendim. Buradaki Buz Otel’de konaklama imkânı da var, birkaç saat geçirdik. Bir de “Noel Baba Evi” müthiş. Noel Baba’nın kuzey kutbundaki evi, resmi olarak Laponya’da inşa edilmiş. Özel bir postane, alışveriş yapılacak birkaç dükkân, kafeteryalar var. Çalışanların hepsi elf kılığında. Günün belli saatlerinde Noel Baba da dolaşıyor. Çalışanların geçit törenini de kaçırmamak lazım…
Köpekler ve ren geyikleri, zaten bu bölgenin vazgeçilmezi. Çiftlikleri mutlaka gezeceksiniz, o köpeklerin kendi rollerini kabullenişlerine hayret edeceksiniz. En önde çok güçlü, dişi bir köpek; sonra onun yaverleri. Hepsi birbirini kolluyor. Dizi dizi kızaklar, buzların üzerinden kayıveriyor. Önde de bir köpek ordusu. Gerçekten inanılmaz.
Bir de “kuzey ışıkları” olayı var. Ne yazık ki az görebildim, geceler biraz bulutlu, kapalıydı. Kuzey Kutbu gezisine de gittim sonra, o ayrı bir yazı konusu. Yine göremedim; hâlâ içimde uktedir. Fotoğraflara baktım da, enfesmiş. Sırf kuzey ışıklarını görmek için bir kez daha gidebilirim oralara. Yeşil, sarı, kırmızı, eflatun bir gökyüzü... İşte, bir masal daha.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Edirne'de korkunç kaza