'Ekmek Karnesi'ne ve 'Monşerler'e Dair

'Ekmek Karnesi'ne ve 'Monşerler'e Dair
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 02.05.2009 - 06:00

Barışı korumak, insan sevgisi istiyor, özenli davranmayı gerektiriyor. “Tezkere krizi” adıyla anılan, gerçekte AKP hükümetine karşı, sağduyulu AKP milletvekillerinin de katılımı ile 1 Mart 2003’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde alınan tarihi karar, ülkemizin Irak’taki kanlı savaşa bulaşmasını önlemiştir.

Yerel yönetim seçimleri sırasındaOsmanlılıksözcüğü, yeni bir söylem gibi, çok sık gündeme getirildi. İktidar yanlısı basında, Osmanlı Devleti ile Türkiye Cumhuriyetini, birbirleriyle yarışan karşıt güçler gibi gösterenler oldu. Osmanlı Devletini ve hilafeti güncel seçenekler biçiminde sergileyenler, kimi politikacıların dışavurmaya cesaret edemedikleri beklentilerini bu yolla dillendirmiş oldular. Aklı başında hiç kimse, Osmanlı Devletinin tarihsel varlığını, altı yüz yıllık birikiminin bugünkü yaşam koşullarımız üzerindeki etkilerini yok sayamaz. Böyle bir aymazlığın toplumdan destek görmesine de olanak bulunmuyor. Olumlu ya da olumsuz yönleriyle hepimiz, Osmanlıdan geliyoruz. Yine herkes bilmektedir ki; aydınlanma sürecini yaşamayan, sanayi devrimini gerçekleştiremeyen, kamu yönetiminin zorunlu kıldığı çağdaş yeniliklere ayak uyduramayan bir devletin, 20. yüzyılda ayakta kalıp varlığını sürdürmesi olanaksızdı. Ulusal bağımsızlık girişimleri çokuluslu halklardan oluşan tüm imparatorluklar gibi, Osmanlı İmparatorluğunun da dağılıp parçalanmasına yol açmıştı. Yakın tarihimizdeki hantal yapısıyla, her düzeydeki yöneticilerinin öngörüsüzlüğüyle Avrupanın Hasta Adamı olarak nitelenen Osmanlı Devletinin çöküşü önlenemez bir sürece girmişti.

Laiklik karşıtları

Saltanat çığırtkanlığı yapanların sorunları, Osmanlıyı ve hilafeti geri getirmek değildir. Onlar da padişahlık yönetimine geri dönülemeyeceğini çok iyi biliyorlar. Temel amaçları, tarihsel gerçekleri araştırmak yerine, Cumhuriyet yönetimini yıpratacak gerekçeler üretmektir. Böylece Osmanlı Devleti üzerinden laik Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşmaya çalışıyorlar. Emperyalizmin ele geçirdiği ülkeleri köleleştirmek için çok kullandığı yöntem, önce tarihi unutturmak, ardından tarihi değiştirmektir. Laiklik karşıtları da bu yönteme sarılarak Cumhuriyetin sancılı yıllarını abartılı suçlamalarla, gerçek dışı yorumlarla karalıyorlar. Biz de biliyoruz, tek partili dönemde çok önemli yanlışlar yapıldığını. Bunların birçoğu zaman içinde çözülebildi. Bir bölümünün olumsuz etkileri günümüzde de sürüyor. Çocukluğum İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçti. Küçük bir kitapçığı andıran Nüfus Hüviyet Cüzdanım, yakın zamana kadar en önemli kişisel belgelerim arasındaydı. Onu yitirdim, ancak yazılanları anımsıyorum. Askerlik yoklamalarımı ne zaman yaptırdığım, askere gönderildiğim ve yükümlülüğümü bitirdiğim günler orada yazılıydı. Kaşeli, mühürlü, damgalı daha başka yazılar da vardı. Yetkililerin tarih koyup imza attıkları belgede, Ekmek kartı verildi”, “Bez verildi”, “Gaz verildiyazıyordu. Bunların bir bölümü her ay yenilendiğinden, cüzdanda damgalanacak yer kalmamıştı. Hele Çivi verildidamgası, bana göre, dönemin özelliklerini sergileyen önemli bir örnekti. Küçük bir onarım için gereken iki kilo çivi bile, aile kişilerine paylaştırılarak alınabilmişti.

Türkiye’nin barışçı tutumu

Karne uygulamasının amacı, İkinci Dünya Savaşı sırasında savurganlığı önlemek, tüketimde eşitliği ve hakçasına paylaşımı sağlamaktı. Abartılı harcamaları kısıp dengeli bir paylaşımın gerçekleştirilmeye çalışıldığı dönemde Türkiyede gerçek anlamda kıtlık bile yaşanmazken, başta Avrupa olmak üzere bütün dünya açlıkla boğuşuyordu. Elbette o yıllarda da ülkemizde karaborsacılar, savaş vurguncuları, hatta ellerine geçen fırsatları çıkarları için değerlendiren becerikli politikacılar da vardı. Ancak bir kamu politikası olarak, devlet, ekonomik yaşamı denetim altına alarak yurttaşlarını koruyacak önlemleri uygulamaya koymuştu. Bu olgular gözetilmeden karneli yaşam eleştirilemez. Bana göre nüfus cüzdanlarımızdaki damgalar, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, insan yaşamına duyulan saygının belgeleridir.

Biraz da çok kaba çizgilerle savaş yıllarını anımsayalım. 1911-1912 yıllarında Trablusgarp ve çevresinde, Adriyatik Denizi, Ege Adaları, Çanakkale Boğazı ve Kızıldeniz gibi çeşitli bölgelerde geçen Trablusgarp Savaşında çok büyük yitikler veren, 1912-1913 yıllarında Balkanlarda bozguna uğratılan savaş yorgunu Osmanlı Devletinin, kendi kararı hatta bilgisi bile olmadan Birinci Dünya Savaşına nasıl çekildiğini herkes bilmektedir. İkinci Dünya Savaşında da aynı oyunlar sergilenmek istenmiştir. Savaşın her iki ucu da, stratejik konumunu gözeterek Türkiyeyi yanlarına çekmek için baskı yapmışlardır. 1940 yılı Mayıs ayında İtalyayı yanına alan Almanyanın Fransaya saldırması üzerine İngiltere ve Fransa, Türkiyenin de kendileriyle birlikte savaşa katılmasını istemiş, ancak bu girişimlerinde başarı sağlayamamışlardır. 28 Ekim 1940ta İtalyanın Yunanistana saldırmasının ardından bir kez daha savaşın içine çekilmek istenen Türkiye, barışçı tutumunu sürdür-müştür.

1941 yılı Nisan ayında bu kez Almanyanın savaş çağrıları yoğunlaşmıştır. Üstelik Almanya, Batı Trakya ile Ege adalarından alınacak toprakları devretme karşılığında İngilizlere karşı Iraka göndereceği asker ve savaş araçlarının Türkiye üzerinden geçirilmesine izin istemiştir. Bu öneriyi kabul etmek, bir yerde Almanyanın yanında savaşa katılmak olacaktı. Türkiye bu talebi de geri çevirmiştir. Çevresinde olup bitenlere yabancı kalmayan ancak öncelikle ulusal çıkarlarını gözeten Türkiye, Sovyetler Birliği ile olan iyi ilişkilerini de bozmamaya özen göstermiş, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının güvenliğini korumuştur. Alman orduları Balkanlara girince, İngiltere ve Amerikanın baskılarına karşın savaşa katılmamakta direnen Türkiye, yakın tehlikeyi savuşturmak amacıyla Almanya ile 18 Haziran 1941de saldırmazlık anlaşması imzalamıştır. 1942 ve 1943 yıllarında da, Müttefiklerin Türkiyeyi savaşa katma çabaları sürmüştür. Savaşın ucu kesin olarak göründükten sonra dünyanın yeniden biçimlenme sürecinde yer almak amacıyla Türkiye, 23 Şubat 1945te Almanya ve Japonyaya karşı savaş kararı almış ancak hiçbir çatışmaya girmemiştir.

Eğer tezkere geçseydi...

Böylece dönemin iktidarının ve onun yönlendirmeleri doğrultusunda çalışan seçkin monşerlerin katkılarıyla Türkiye, yeryüzünün kana bulandığı bir döneminde halkını korumuş, ülkeyi barış içinde yaşatmıştır.

Barışı korumak, insan sevgisi istiyor, özenli davranmayı gerektiriyor. Tezkere krizi adıyla anılan, gerçekte AKP hükümetine karşı, sağduyulu AKP milletvekillerinin de katılımı ile 1 Mart 2003te Türkiye Büyük Millet Meclisinde alınan tarihi karar, ülkemizin Iraktaki kanlı savaşa bulaşmasını önlemiştir. Eğer o tezkere geçseydi, emperyalizmin dümen suyuna takılan Türkiyenin neleri yitirebileceğini tasarlamak bile çok güç olurdu. Dileyelim ki, havada kalan sözlerle, içe dönük abartılı gösterilerle, ülkemiz yeni savaşların eşiğine getirilmesin.

(1) Ayrıntılı bilgi için,Mehmet Nail Beyin Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı, Güney Dinç, YKY 2008

Güney DİNÇ Hukukçu


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler