İnsana özgü şiddet: Çöküyor mu yükseliyor mu?

Harvard Üniversitesi profesörlerinden Steven Pinker, "İnsan Doğasının İyi Melekleri: Şiddetin Çöküşe Geçiş Nedeni" adını verdiği son kitabında, insana özgü şiddetin kökenlerini irdeliyor.

İnsana özgü şiddet: Çöküyor mu yükseliyor mu?
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 22.06.2012 - 07:05

“How the Mind Works” (Zihin Nasıl Çalışır?) ve “The Blank Slate” (Boş Levha) başlıklı çok satan kitapların yazarı olarak tanınan Harvard Üniversitesi ruhbilim profesörlerinden Steven Pinker, “İnsan Doğasının İyi Melekleri: Şiddetin Çöküşe Geçiş Nedeni” adını verdiği son kitabında, insana özgü şiddetin kökenlerini, geçmişini-ve belki de geleceğini-çarpıcı bir biçimde irdelemeye çalışıyor ve her açıdan, en kötü değil, en iyi zamanda yaşadığımız sonucuna varırken bilimle tarihi biraraya getiriyor.

Soru: İnsanların şiddet konusundaki en büyük yanılgıları sizce nedir?


Pinker: Şiddetin egemen olduğu bir dünyada yaşıyor olduğumuz. İstatistikler yaşadığımız dönemin insan türünün ortaya çıkışından bu yana görülen en barışçıl dönem olabileceğini ortaya koyuyor.

Soru: 500 ya da 1000 yıl önce yaşamın ne denli şiddet içerdiği konusunda somut bir kanıt gösterebilir misiniz?


P: İstatistikler bir yana, ortaçağ ve erken modern Avrupa’da günlük yaşamla ilgili veriler kan ve nefrete bulanmış bir toplumu gözler önüne seriyor. Günümüzde savaş ağaları olarak nitelendirebileceğimiz ortaçağ şövalyelerinin kendi aralarında giriştikleri sayısız savaştaki tek amaçları, karşı taraftan olabildiğince çok sayıda köylünün canına kıymaktı.

Dinsel öğretilerde aziz ve azizelerin çeşitli yöntemlerle nasıl işkence görüp sakat bırakıldıklarını anlatan yoğun cinsel içerikli betimlemelere yer verilmekteydi. Tekerleğe bağlanarak parçalanan cansız bedenler, darağacından sallandırmalar, ya da aç susuz bırakılarak demir parmaklıklar ardında çürümeye terk edilen suçlular o dönem çok yaygın tanık olunan görüntülerdendi.

İnsanlar sırf eğlence niyetine kedileri direğe çivileyip ölünceye dek döverler, ya da siyasal bir tutuklunun kafası kesilmeden önce kısmen boğularak, bağırsakları sökülerek, ya da iğdiş edilerek ağır bir biçimde cezalandırılışını izlerlerdi. Kişisel çatışmalarda burnu kesilenlerin sayısı öylesine çoktu ki, tıp kitaplarında kesilen burnun yerine yenisinin gelmesini sağladığı öne sürülen çeşitli yöntemler yer almaktaydı.

S: Şiddetle bilimsel bir sorun olarak ilgilenmenizi sağlayan neydi?

P: İnsan beyninin boş (beyaz) sayfa olmadığını, evrim süreci boyunca bir dizi karmaşık duygu ve dürtülerle, akıl yürütme, öğrenme ve iletişim kurma sistemleriyle donatılmış olduğunu uzun süredir dile getirmeye çalışıyorum. Boş sayfa kavramının savunucuları bizzat insan doğası düşüncesinin bizleri sürekli bir çelişkiye sürükleyeceğinden korkuyorlar- insanoğlu yeryüzüne hükmü geçen, kana susamış, öldürme güdüsüyle yanıp tutuşan, saldırganlık genleriyle yüklü, cani ruhlu bir maymun ise, o zaman daha iyi ve daha güzel bir dünya yaratmaya çalışmanın da boşuna bir çaba olacağını düşünüyorlar.

Ben bu korkuların son derece yersiz ve mantıksız olduğuna inanıyorum. İnsanın doğası saldırganlığa yol açan dürtüleri barındırabileceği gibi, duygudaşlık, öz denetim, akıl yürütme gibi doğru koşullarda saldırgan güdülerden çok daha ağır basabilecek dürtülere de sahiptir.

Deneysel olarak da şiddetin zamanla birçok açıdan düşüşe geçtiğine, aşiretlerin devlet denetimi altına girmesinden sonra yağma ve yıkım olaylarının ve ortaçağ Avrupa’sında günümüzden 35 kat fazla olan insan kıyımlarının azaldığına, köleliğin, acımasız cezaların ve yok yere idamların giderek tarihe karıştığına ve totaliter rejimlerin yerini giderek demokrasilerin aldığına tanık oluyoruz. “Zihin Nasıl Çalışır” ve “Boş Sayfa” adlı kitaplarımda bu gözlemlerime birkaç paragraflık bir yer ayırmıştım, ama yazarken bu konunun gerçekte tek başına bir kitap olmayı hak ettiğini de anladım.

S: Şiddet ve şiddetin kökenlerini kavramamız açısından sinirbilimin nasıl bir katkısı oldu?

P: Sinirbilim uzmanları hayvanlarda saldırganlığın tek bir hormon ya da merkez tarafından yönlendirilen bölünmez bir olgu olmadığının uzun süredir bilincindeler. Beyninin bir yanı devinime geçirilecek olduğunda bir kedi öfke dolu bakışlarla tıslayarak deneyi yapanın üzerine atılırken, bir başka yanı devinime geçirildiğinde sessizce sanrısal bir farenin izinden gider.

Bir başka devre de erkek kedinin öteki erkek kedilerle sert bir biçimde yüzleşmesine olanak tanır. Homo sapiens’lerde öfke, avlanma ve erkek-erkeğe dövüşme için benzer sistemlere rastlanabileceği gibi, siyasal ve dinsel ideolojiler ve törel cezalandırmalar gibi yalnızca insana özgü bilişsel kaynaklı sistemlere de tanık olunur.

Günümüzde yalnızca insana özgü sistemler bile işlevsel sinir görüntüleme yöntemleri aracılığıyla araştırılabilir. Öyle ki, sinirbilim bizlere şiddeti, özellikle de şiddetin yalınkat bir şey olmadığını kavramamız açısından can alıcı bir başlangıç noktası sağlamış oldu. Dahası, şiddete yol açan başlıca güdülerle ilgili olarak dirimbilimsel açıdan gerçekçi bir sınıflandırma yapmamıza da yardımcı oldu.

S: II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan “uzun süreli barışı”, “dinginlik dönemini” ayrıntılı bir biçimde ele alıyorsunuz. Sizce bu sonucun ardında yatan unsur neydi?

P: Kimileri nükleer bombanın, kıyamet gününe benzer etkileri yüzünden büyük güçleri ürkütüp savaştan uzaklaştırdığı gerekçesiyle, Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirilmesi gerektiğine inanıyor. Gelgelim, buna kuşkuyla yaklaşılmasını gerektirecek nedenler de var. İlki, II. Dünya Savaşı’nın çağcıl dönemlerde geleneksel savaş durumunun zaten son derece yıkıcı olduğunu kanıtlamış olması. II. Dünya Savaşı türündeki geleneksel savaş korkusu büyük güçlerin yeniden benzer bir durumun yaşanmasından kaçınmalarını sağlayacak denli güçlü bir etki yaratmış olmalı.

İkinci bir neden de nükleer silahların, neyse ki, feci çağrışımlar yaratması ve bu konuda verilen gözdağının caydırıcı bir etki yaratmak yerine blöf olarak değerlendirilmesi. Nükleer silahları olmayan ülkelerin nükleer silahları olan ülkelere sürekli kafa tutmaları da bu yüzdendir (1982’de Arjantin Britanya’ya, 1973’te Mısır İsrail’e, 1991, 2003 ve daha sonrasında Irak ABD’ye).

Daha iyi adaylar arasında savaştan yıldırma, demokrasiyi yayma, uluslararası ticaretin ve uluslararası örgütlerin gelişmesi, ulusal ve etnik üstünlük yerine insan haklarının ağır basması gibi iki dünya savaşı sonucunda güçlükle alınan dersler yer alıyor.

S: Bilimsel literatürde sizce toplumların şiddeti daha da aşağıya çekmelerini sağlayacak yöntemlere dikkat çekiliyor mu? Henüz yeterince ilgi görmediğine inandığınız belirli stratejiler var mı?

P: Politikada şeytan ayrıntılarda gizli olduğu için bu işi en iyisi siyasal çözümleyicilere bırakmaktır. Yine de, farklı zaman ve mekânlarda işe yaradığı görülen birkaç genel unsurun olduğu söylenebilir.

Düzgün çalışan hükümetler özellikle yozlaşmamış, acımasızlıktan uzak ve dengeli bir politikanın uygulanmasına yardımcı olurlar. Yarı düzgün hükümetler de eğitim ve ticari altyapı gibi temel hizmetleri sağlarlar. Uluslararası arenada arabulucular- her zaman olmasa bile, düşmanlar son soluklarına dek savaşmak durumunda bırakıldıklarında daha sık olmak üzere- açıkça etkili oluyorlar.

Daha belirsiz biçimde, kozmopolit güçler- okur yazarlık, yolculuk, gazetecilik, eğitim, insanların kaynaşması- aşiretçiliği, yetkeciliği ve püritenliği beraberlerinde getirdikleri tüm cezalandırıcı düşünceleriyle birlikte yok eder ve yabancılarla uzlaşmacı olmayanların aşağılanıp dışlanmalarını güçleştirir.

Aydınlara düşen görev, belli toplulukları göklere çıkartan ve savaşmayı yücelten ütopik ideolojilerden kaçınmak ve bireyin gelişmesine öncelik tanıyan, kanıtlara dayalı sürekli artış gösteren gelişmelere destek vermektir.

S: Şiddetin giderek azaldığı bu genel eğilim gelecekte de sürecek mi?


P: Duruma bağlı. Geleneklerin ve kurumsal uygulamaların arenasında, eğilimin sürmesi güçlü bir olasılık. Geçmişte (söz gelimi köleliğe, balina avcılığına, korsanlığa ve cezai işkenceye karşı girişilen eylemler gibi) törel utandırma eylemlerinin dünya çapında etkili olduğu gerçeğine dayanarak, kadınlara şiddet uygulama, eşcinselliği suç sayma, ölüm cezası, çiftlik hayvanlarına duyarsız davranma, çocuklara bedensel cezalar verme ve şiddet içeren daha nice toplumsal uygulamaların giderek azalacağına inanıyorum.

Ayrıca, gelişmiş ülkeler arasında bir savaşın yakın zamanda patlak vermesini beklemiyorum. Gelgelelim, dünyanın geri kalmış bölgelerinde iç savaşlar, terör eylemleri, devlet baskısı ve soykırımlar kestirimlere olanak tanımayacak denli değişken durumlar. Altı milyar insanın yaşadığı dünyamızda açıkgöz bir fanatiğin ya da narsist bir despotun neler yapabileceğini hiç bilemeyiz.

S: Konuyu enine boyuna incelemiş biri olarak, şimdilerde yaşanan olaylara daha farklı bakıp bakmadığınızı merak ediyorum.


P: Kesinlikle farklı bakıyorum. Şimdiler gözüme daha az kötücül, geçmiş ise daha az masum görünüyor. İnsan beyni hep halihazırda yaşanan korkulara odaklanır ve birkaç onyıl öncesinde kolaylıkla yaşanabilecek ama yaşanmamış şiddetli olayları dikkate almaz. Norveç’te bir saldırgan onlarca masum insanı öldürüyor- ve halk ayaklanmak ya da saldırganı linç etmek yerine geceleri mumlarla dua ediyor.

Mısır’da hükümet düşüyor- ama yeni hükümet İsrail halkını denize dökme vaadinde bulunmuyor. Kuzey Kore Güney Kore’ye ait bir gemiyi batırıp, 45 denizcinin ölümüne neden oluyor- ancak Koreliler savaşa girişmek yerine günlük yaşamlarını eskisi gibi sürdürüyorlar. Havlamayan köpekleri her geçen gün daha da fark ediyorum.

Rita Urgan, Scientific American, 4 Ekim 2011, röportaj..


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler