İzleyin ve rahatsız olun...

Sekiz yıl oldu. Sorumlularının “Hayata Dönüş” dedikleri ölüm taşıyan operasyonda 32 kişi öldü. Şimdi Özcan Alper “Sonbahar” filmiyle belleklerden silinmesi için her şey yapılan bu katliamı sinemaya taşıyor. Bu bir ajitasyon filmi değil, sanattan en ufak taviz vermiyor Alper, ama izleyiciyi de huzura kavuşturmuyor. Çünkü biliyor ki biz huzursuz olmadıkça katliamlar sürecek…

İzleyin ve rahatsız olun...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 14.12.2008 - 10:33

Yaşam kutsaldır, teslim olun. Ailenizi, arkadaşlarınızı düşünün...

Böyle başlıyor, Özcan Alper’in Sonbahar filmi. Bu sözler, 19 Aralık “Hayata Dönüş” operasyonu öncesinde mahkûmları ikna etmek için yapılan konuşmadan. Hani şu, dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün deyişiyle, amacı, F Tipleri’ne karşı çıkmak için ölüm orucu yapan mahkûmları kurtarmak olan operasyon. Yaşam kutsaldır... Çok değil bundan birkaç dakika sonra, saatler sabah 05.00’i gösterirken 20 hapishanenin yıkıntıları arasında ezilecekti bu kutsallık. Sonuç 32 ölü, yüzlerce yaralı...

...

Yusuf, 1997’de, 22 yaşında üniversite öğrencisi iken girdiği cezaevinden, 10 yıl sonra sağlık nedenleriyle tahliye edilir. Onu, cezaevinden çıkıp geldiği köyünde yaşlı ve hasta annesi karşılar. O cezaevinde iken babası ölmüş, ablası evlenip büyük bir kente taşınmıştır…

Yusuf, Sonbahar filminin ana karakteri. Açlık grevi yapmış, “Hayata Dönüş” operasyonunu yaşamış, F Tipleri’nde kalmış... Onunla, filmin vizyona girdiği 19 Aralık’ta tanışacağız, ama yönetmeniyle konuşup filmle ilgili ipucu aldık. Önce Özcan Alper’i biraz tanıyalım...

Alper, Hopa doğumlu. Liseyi Trabzon’da okumuş. Üniversiteye kadarki yaşamı taşrada geçmiş. İstanbul’a fizik okumaya gelmiş, ancak edebiyata merakı ağır basmış. Ne kadar edebiyatla içli dışlı olsa da, anadili Hemşince olduğundan bir boşluk hissetmiş hep, derken sinemada aradığını bulmuş. Tarih, 1996. Mezopotamya Kültür Merkezi’nde sinema kursuna gitmiş, Hüseyin Kuzu ve Ahmet Soner gibi sinemanın tabana yayılmasını sağlayan isimlerden ders almış. Sonrası, birkaç televizyon filmi, yapım şirketi, kısa film, başka başka yerler, Atıf Yılmaz, Semih Aslanyürek, Yüksel Aksu, Yeşim Ustaoğlu, bir sürü isim ve 12 yıl…

Şimdi Sonbahar’dayız… Alper’i, Sonbahar’a getirenlerin listesi oldukça uzun, baş sırada onun da 90’lı yılların, o dönemin kuşağının bir parçası olması geliyor. Aşk ve ölüm temasına oturuyor film, ancak bu kadarla sınırlı değil; sol, Sovyetler Birliği’nin dağılması, bu dağılmanın esas trajedisini yaşayan kadınlar ve çocuklar, ekonomik sorunların neden olduğu göç, kimlik sorunu, siyasi tutukluların 96’dan beri kesilmeyen talepleri, 2000’deki “Hayata Dönüş” operasyonu... Hepsi bir karaktere bürünüyor filmde; kimliğini ve Hemşince dilini koruyan Yusuf’un annesi, Gürcistan’dan Türkiye’ye seks işçiliği yapmaya gelen Eka, ekonomik nedenlerle çoğunluğun terk ettiği köyün tek genci Mikail… Bu sarmalı oluşturmak kolay olmamış, hikâyenin felsefi ve estetik boyutuyla ilgili okumalar, araştırmalar, röportajlar yapmış Alper. Louvre Müzesi’ndeki bir tablonun etkisi, dünya soluna dair okumalar, John Berger’in Avrupa’daki köylülüğün, doğanın yok olmasıyla ilgili yazdıkları, yönetmen arkadaşı Hüseyin Kuzu’yla baş başa verip konuşmaları... Okumalarında özellikle politik psikolojiyi yeğlemiş… “Ölüm meselesinin Doğu’da, Batı’da, solcularda algılanışını araştırdım. Açıkçası edebiyattan felsefeye, felsefeden politikaya, psikolojiye, mitolojiye, ekspresyonist ressamların ışık kullanımına, edebiyatta 12 Eylül’ün, 12 Mart’ın nasıl karşılandığına kadar birçok şeyi inceledim” diyor. Bu yoğun çabanın ardında, ilk film olmasının ağırlığı da var. 12 yıldır pek çok filmde boşa asistanlık yapmamış, ilk filmlerde olabilecek hataları biliyor. Bunlardan dolayı, Sonbahar’ın hikâyesi ilk aklına düştüğünde tarih 2004 iken film ancak bitmiş. “Dört yıl, oturdum, senaryo yazdım gibi de algılanmasın” diyor, “çalışmaya da devam ettim, zaten aksini yapabilecek hayat şartlarım da yoktu. Ancak hikâye dört yıl boyunca kafamdaydı, bir kere kafanıza girince kurtulamıyorsunuz, ta bitene kadar”... Senaryo ilk yazılışından çekildiği ana kadar, değişimler geçirmiş ama esası hep korumuş. Bir arkadaşının söylediği gibi, iki karakterine Yusuf ve Eka’ya yüklediklerini hiç ıskalamamış:

“Arkadaşım bu karakterler için biri yaşamın çok dışında, biri de inanılmaz ortasında, ama yalnızlıkları aynı demişti. Bu cümle benim iki karakterimi kesiştiren şeyi yansıtıyor, yalnızlık ve özgürlük”.

Peki filmde hatalar yok mu? “Baktıkça, eksikler görüyorsunuz tabii, bu bitmiyor. Sanırım gösterimler bitene kadar da bitmeyecek, yine de yapmak istediğime yakın oldu” diye yanıtlıyor.

Alper, Yusuf’a hayat vermek için çok uzaklara bakmamış; Ulucanlar’da öldürülen üniversite arkadaşı, 120 gün ölüm orucunda kalan ve Wernicke Korsakoff olan başka bir arkadaşı, 18’inde içeri girip 28’inde çıkan bir dostu… Bu filmle vicdan borçlarını ödüyor. Bunlardan biri, bu ülkenin insanlarına, halkına... “Çabuk unutan bir toplumuz” diyor, “sadece halk için geçerli değil bu, entelektüeller, aydınlar, solcular için de geçerli. Bu ülkede Yaşar Kemal’ler, Abidin Dino’lar, Rıfat Ilgaz’lar, Aziz Nesin’ler yetişmiş... Aziz Nesin dizindeki yırtığa yama yaptırıyor, ama kitaplarından aldığı paralayla çocuklar için vakıf kuruyor. Abidin Dino bütün parasını Yaşar Kemal’i İstanbul’a yollamak için kullanıyor. Daha bir sürü örnek var. Bu insanları düşünüp, bu değerler üzerinden baktığımda, tabii ki bu ülkeye, halka, memlekete kendimi borçlu hissederim”.

Diğer alacaklıları ise, içinden geldiği kuşak... “2000’de öldürülenler, bizden çok uzak değillerdi. Estetikle, sinemayla ilgili olmasam onlardan biri olabilirdim. Onlar, benden daha az yetenekli değillerdi. Cezaevindekilerin çıkardıkları dergilerde, inanılmaz yetenekleri görüyorsunuz. Bir şekilde daha vicdanlı davranıp gençliklerini başka türlü geçiriyorlar. O yüzden onlara karşı borçlu hissetmemde de yanlış bir şey görmüyorum”.

O yüzden kamerasını böyle riskli bir konuya çevirmekten çekinmemiş. Bu ince hatta yürürken kırmızı noktalarını çok daha önceden belirlemiş. Ne sanatsallıktan ödün vermiş, ne de durduğu yerden… “120 kişinin öldüğü, iki bin kişinin etkilendiği bir olaydı” diyor, “Taraf olayım derken, sanatsal olarak ajitasyona düşebilirdim, ancak sanatsal bir şey yapayım derken, onların duygularını, gerçek hikâyeyi de öldürebilirdim”.

Filmi yaparken önce, “Ben nerede duruyorum, ne anlatmak istiyorum, kimin tarafındayım” diye sormuş kendine, ardından da sanatsal olarak çok iyi olmasını nasıl sağlayabilirim, diye…

 

Yusuf da sizin gibi bir insan...

61. Locarno, 4. Uluslararası Avrasya, 3. Uluslararası Altın Kaz, 15. Altın Koza Film Festivalleri’nden aldığı ödüller bunu başardığını gösteriyor. Variety dergisinin yazdıkları da anlamlı; son zamanlarda uluslararası festivallerde kendini gösteren, içe dönük sinema anlayışı ile geçmişteki gibi politik Türk sinemasını kendisinde barındıran yeni bir sinema anlayışına sahip, Sonbahar... Alper de sonuçtan memnun, ancak bu memnuniyetin ödüllerle alakası yok. “Bu sorunları yaşayanların hassasiyetlerini gözeten bir yerde durduğumdan, duygu ve düşüncelerini içeriden anlattığım için, onları incitip incitmeme konusunda rahatım. Tabii ki birilerinin hoşuna gitmeyebilir. Ben Yusuf’un daha çok insani tarafını, duygularını anlasınlar istedim” diyor. Ona bu rahatlığı verenlerden biri de, F Tipi deneyimini de yaşamış, sekiz yıl cezaevinde yatmış bir arkadaşlarının, Cemil Aksu’nun, sette çalışması. Aksu, içerde olduğu sürede babasına, sevgilisine, arkadaşlarına yazdığı mektupları açmış onlara. Filmin oyuncusu Onur Saylak için de bunlar iyi bir yol gösterici olmuş.

Filmin bir drama olduğunu da düşünmeyin. Çok kolay melodrama kaçabilecek bir konu olduğu halde buna düşmemiş Alper. Seyirciyi bilinçli olarak yabancılaştırıyor filmden. Bir iki yerde “Hayata Dönüş” operasyonunun gerçek görüntülerini kullanması biraz da bundan. Politikadan uzak insanlar için bu sahnelerin itici olabilme olasılığını da göze almış. “O dönem, filmdeki görüntülerden daha kötüsü” diyor, “diri diri yakılan insanların görüntüleri iyi kötü bu toplumun hafızasına yer etti. Görüntüler insanlara tanıdık gelecektir, öyle olmasını da istedim. Onlara çok yabancılaştığınız, sizin dışınızdaymış gibi izlediğiniz bu ölümleri, Yusuf gibi insanlar yaşadı, diyorum”.

O, Hayata Dönüş operasyonunu televizyondan öğrenmiş. İçerde olan arkadaşlarından haber alabilmek için uğraşmış. Ertesi gün İstiklal’de operasyonu protesto eden eylemde yerini almış, daha sonrakilerde de…

Alper için, coğrafyalar, mekânlar kendi dilleri, kimlikleriyle kullanılmalı sinemada. O yüzden karakterleri Hemşince konuşuyor. Bu, Hemşince’nin kullanıldığı ilk uzun metrajlı film. Artvin ve Hopa’da gösterim yapıldığında izleyenler kendi dillerini bir filmde görünce “bizim dille sanat da yapılabiliyormuş” demişler. Filmin başrollerinden birini de bu insanlardan birine emanet etmiş Alper. Yusuf’un annesi Gülefer ya da gerçek adıyla, Raife Yenigül, Hopa’da ÖDP kadın kollarında çalışan, çay mitinglerinde konuşan biri. O da çocukları, yeğenleri nedeniyle cezaevinden haber beklemenin sıkıntısını biliyor. Akrabası olmasına rağmen önce kabul etmemiş filmde oynamayı Yenigül, sonra rahat iletişim kurulmuş, bu filme de yansımış…

İstiyor ki, filmi konuşulsun ve hatta birilerini rahatsız etsin! Solda da bir tartışma başlatsın. Türkiye’deki demokratikleşme süreçlerinde iyi kötü yer almış olanlar da, siyasetle ilgilenmeyenler de izlesin, ama ille de üniversite gençliği... O gençlerden galaya katılabilenler filmi F Tipleri’nde kalan, ölüm orucuna girenlerle izleyecekler…

Şimdiden yeni bir projeye başlamış Alper. Kamerasında belki Türkiye politik tarihinden bir görüntü olacak, belki dörtlü bir aşk hikâyesi ama solculardan taraf tavrını koruyacak. Madem sinema hayatı güzelleştirici bir güç, bu gücü, haksızlıkları göstermekten, ülkenin güzelleşmesi için hayatını ortaya koyan aydınlar, solculardan yana kullanmasından doğal ne var ki?...

“Sonbahar”ın ilk galası...

Sonbahar’ın ilk galası filmin çekildiği Artvin’le Arhavi’de yapıldı. Çünkü yönetmen Özcan Alper ve yapımcısı Serkan Acar da Artvinli. Filmin danışmanlarından 10 yıl cezaevinde kalan Cemil Aksu da yönetmenin çocukluk arkadaşı. Gittiğimiz her yerde galayla ilgili hissedilir bir heyecan vardı, çünkü çoğu filmde rol almıştı. Ana rollerden birini oynayan Gülefer teyze, tüm ekibin ve Hopa’nın sevgilisiydi. 80 dönemi ve sonrasında, ailesinde pek çok gözaltı ve tutuklanma yaşanmıştı. Sola sevdalıydı, ama eleştirileri de vardı. “Solculuk paylaşmak demektir. Şimdiki solcular paylaşmayı bilmiyor” diyor, eskiden kalabalık olduklarını, şimdi kimsenin kendilerini arayıp sormadığını, hepsinin işadamı olduğunu anlatıyordu. Artvin’den Ardanuç’a geçtik, Serkan Acar’la. Ardanuç’un nüfusunun 1980’de 40 bin iken, yaklaşık dört yıl sonra beş bine indiğini, darbe sırasında on beş yaş ve üstü herkesin stadyumda toplandığını, eziyet gördüklerini anlattı ilçe sakinleri. Rakamlar ne kadar gerçek bilinmez ama belli ki Ardanuç, gençlerini, kalabalıkları, eski sosyal hayatını özlüyordu. Tıpkı Hopa gibi Ardanuç’ta da kullanılabilir durumda olan bir sinema salonu yoktu. Film izlemek için tek çareleri vardı, Artvin’e gitmek… Tıpkı, şimdi galaya geldikleri gibi… Film bitince soruları başladı, bilinçliydiler, kimi zaman ön açıcı, kimi zaman eleştirel… Filmi İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerden önce izlemek ise keyifli bir işti onlar için ve hiçbiri bir tekeli kırmış olmanın keyfini gizlemiyordu…

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon