'Nejat Gülen'le Adalı Sohbetler'

Nejat Gülen, “Adalı Sohbetler” ile Heybeliada’yı ele aldığı kitaplarına bir yenisini ekledi. Adada doğup büyüyen Gülen, kitabında; adanın sosyal yaşantısından, mimarisine kadar uzanıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın çalkantılı günlerinden Cumhuriyet’in kuruluşuna yol alıyor. Okul yıllarından Adalar’da edebiyat ve edebiyatçılara varan yazar, anıları bağlamında nostaljik bir Heybeliada portresi çiziyor.

Yayınlanma: 22.09.2017 - 16:37
Abone Ol google-news

'Adada herkes içinden geleni yaşıyordu’ 

- Nejat Amca, Heybeliada’nın geçmişini senden iyi anlatacak çok az insan var ama sizin ailenin Heybeliada’da ne işiniz var? Buraya nasıl geldiniz? Bildiğim kadarıyla köken Trabzon’a uzanıyor...

- Adanın bir özelliği var; Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bile yazıyor, havası ciğer hastalıklarına çok iyi gelir. Ciğerlerinden hastalananlar özellikle de mali durumu iyiyse tedavi için adaya geliyor. Dedem Trabzonlu; Karadenizliler kendini korumayı da pek bilmiyor, ciğerlerinden hastalanınca adada bir ev alıyor. O arada babam evleniyor, ilk eşi de tüberküloz olup adada ölüyor. Babasının aldığı evde tek başına oturmaya başlıyor. Annem de Üsküdarlı, o da yalnız; annesi ölmüş, babamla onu evlendiriyorlar. Adaya gelin geliyor. 26 Ağustos 1927’de ben doğuyorum. 26 Ağustos üç önemli olaya denk geliyor; Malazgirt Meydan Muharebesi, Büyük Taaruz’un başlangıcı ve benim doğumum...

 

KİTAPLARIMDA, YETİŞTİĞİM DÖNEMİ ANLATMAYA ÇALIŞTIM”

- O dönemki adanın yapısından bahsedelim mi biraz? Rumlarla ilişkiler, çocukluk, gençlik yılları...

- Ada nüfusunun yüzde 99’u Rumlardan oluşuyordu eskiden. İstanbul’da Çeşme Savaşı’yla buranın nüfusunun çok yakın ilgisi var. Bu savaşta, bahriyelilerin büyük fiyaskosu var, gemileri Ruslar yakıyor. O savaşta Cezayirli Gazi Hasan Paşa kurtuluyor, hatta terfi edip paşa oluyor, Deniz Kuvvetleri’nin başına geçiyor. “Kahvehanelerden adam toplayıp asker yapılmaz, bu iş okulla olur,” diyor, Kasımpaşa’da ilk bahriye okulunu 1773’te kuruyor böylece. Fakat orası tehlikeli çünkü üstü Beyoğlu; yaşam rahat ve insanlar serbest, Bahriyeliler de gezmeye müsait. Ada sahilinde bir köşk var, sahibinin Patrikhane’yle arası açık. Orayı bir zamanlar güvenliği sağlamak için Jandarma yapmışlar. Hasan Paşa “Biz Bahriyelileri buraya getirelim,” demiş, yıl 1850. O bina ilk Bahriye okulu olmuş ve böylece Bizanslılardan bu yana nüfusun çoğunluğunu Rumların oluşturduğu adaya Türkler gelmeye başlamış. Onlarla birlikte adaya sürülen Çingeneler, Hıristiyanlığın etkisine girmiş, Rumlarla kaynaşmış ve Rumca konuşmaya başlamış. Ardından sayfiye dönemi başlıyor adada; havası iyi, suyu iyi, üzümler güzel, şaraplar kaliteli... Birbirine karışan nüfus sayesinde ada bir eğlence yerine dönüşüyor. Ben o zamanlara yetiştim işte, kitaplarımda da bu dönemi anlatmaya çalıştım...

- Adanın yönetimi nasıldı? Yönetimle adalıların ilişkisi tabii aynı zamanda... Baban muhtarmış, bunu da en yakından gözlemleyenlerden birisin diye soruyorum bunu.

- O dönem “muhtar-ı evvel”, “muhtar-ı sani” diye bir kullanım vardı. Babam “muhtar-ı evvel”. Rumlardan biri de “muhtar-ı sani”. Rumlar çoğunlukta ama birinci muhtar olamıyor. O zamanki muhtarlık şimdiki gibi seçimle değil, tayinle. Büyükada kaymakamlık, Heybeliada nahiye, Burgazada ve Kınalıada köy... Onların belki muhtarları vardı bilmiyorum. Babam devlet memurluğundan gelmiş, Genelkurmay Başkanlığı’nda çalışmış, savaş boyunca Yüzbaşı rütbesiyle orduda yer almış ama asker değil, sivil memurluktan giriyor. İskelebaşı Gazinozu, o zamanların en güzel ve lüks gazinosuydu, orada bir camekânlı bölüm vardı ve babam da orada oturuyor. Bir gün ,kafasında kocaman şapkası olan bir papazla itişmeye başladılar. Derken yere paralar saçıldı ve papaz gitti. Ben bunlar kavga ediyor sanıyorum, meğer babam muhtar olarak adamın bir işini yapmış, o da hak ettiğinden fazla para veriyormuş. Babam da bunu reddetmiş. İtiş kakışın nedeni buymuş. Babam fakir Rum balıkçılarından da para almazdı...

- Bahriye’den söz açtık; adanın bir diğer önemli kurumu da Sanatoryum. Neden vardı ve adadaki sosyal işlevi neydi?

- Dediğin gibi adada iki önemli kurum var; biri Bahriye, diğeri Sanatoryum. O zamanlar verem en önemli hastalık. Hastalığın tedavisinde iyi beslenme ve temiz hava çok etkili. Adaya veba salgınından kaçan zenginler geliyor, Papaz Mektebi’ne sığınıyorlar. Cumhuriyetin ilanıyla adada bir hastane açılması düşünülüyor. Sanatoryum böyle kuruluyor, yerli ve yabancı kaliteli doktorlar geliyor. Seneler ilerledikçe bu hastanelerde verem tedavisinin yanında cerrahi de gelişiyor; ciğer ameliyatları yapılmaya başlıyor. Hatta eşim de böyle bir ameliyatla iyileşti. Hastanedeki doktorlar ada halkına her konuda yardımcı olduğu gibi başka hastalıkların tedavisini de üstleniyor.

 

ATATÜRK’LE İFTİHAR EDİYORDUK”

- Yaşam nasıldı peki?

- O zamanlar adada elektrik yoktu, idare lambasıyla otururduk. On bir yaşımdayken elektrik geldi buralara. İstanbul’dan biliyoruz elektriği, hatta radyoyu. Radyo çok önemli bir alet, düğmesini çevirmek bile bir merasim. Geceleri erken yatıp, sabahları çok erken kalkıyoruz. Radyo yok, elektrik geldiğinde büyük hadise olmuştu. Bir büyük hadise de Cumhuriyet’in onuncu yılında olmuştu; 1933’te... Büyük halamın büyük oğlu, o zaman Bahriye’de yüzbaşı veya binbaşıydı, İstanbul’a gemiler gelmiş, ailece gittik. Zafer Bayramı’ydı. O sırada gemilerden birinin komutanıydı. Güvertede dans ediyorlardı. Halamın torunu da var aramızda, ikimiz de ufağız, askerleri taklit ederek yürüyoruz yolda. Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyoruz bir yandan da bağırarak ve Türk olduğumuz için çok övünüyorduk. Bayram heyecanı yalnızca bizde değildi, büyükler de coşkuluydu. O dönem zorlama bir hâl değildi bu, herkes içinden geleni yaşıyordu. Aynı şekilde 19 Mayıs’larda ve 23 Nisan’larda, törenlerde bütün ada okulları rıhtımda toplanırdı; Papaz Mektebi gelir, Rum Yetimhanesi gelir, Rum İlkokulu gelir ve törenler böyle yapılırdı.

- Atatürk ne ifade ediyordu?

- İlkokul beşe gelmiş çocuklar Kurtuluş Savaşı’nı bütün aşamalarıyla çok iyi bilirdi. Atatürk bizim cumhurbaşkanımız olduğu için de ayrıca iftihar ediyorduk. Atatürk öldüğünde herkes perişan oldu. Hatırlıyorum; annem haberi alınca Kuran okumaya, babam ağlamaya başladı. Beşinci sınıftayım o zaman, Dolmabahçe’de Atatürk’ün tabutu, başında dört subay, çok ciddi bir şekilde içeri girdik; dışarıda halk tabur olup içeriye girmeye çalışıyordu. Biz okulla gittiğimiz için tabur hâlindeyiz. Tabutun önünden geçtik, çıktık; koca koca insanlar hüngür hüngür ağlıyordu. Orada Yahudi satıcılar “Ebedi Hatıra” diye bir madalyon satıyor, bende de on kuruş mu ne var, aldım bir tane.

- Hâlâ saklıyorum demiştin...

- Saklıyorum tabii...

- Söyleşinin hemen başında bahsettik aileden ama biraz daha anlatmanı istesem... Dedenden söz açabiliriz misal.

- Doktor dedem politikacı, İttihatçı... Abdülhamit karşıtlarından. Şimdiki aklımla söylüyorum, biraz fazla milliyetçiymiş galiba. Çoğu Jön Türk dokor ve Tıbbiye’de Fransızca okuyorlar, Fransız kızlarla evlenip Fransa’ya gitmeyi hayal ediyorlar. Benim dede, kızcağıza önce Müslüman ol diyor, diğer arkadaşlarının eşleri kafasında şapkalarla gezerken bizimki yeldirme giyiyor. “İstanbul, Fransızlar ve İngilizler tarafından işgal edildiğinde annen ne yapıyordu?” diye sordum anneme, o da “Ah dipleri delinsin inşallah diyordu,” dedi. Zavallı, o dönem ortalığı kasıp kavuran İspanyol nezlesinden ölüyor.

 

EDEBİYAT MERAKIM ERHAN BENER’DEN GELİR”

- Adanın olağanüstü doğasını anlattığın öykülerin var: ‘Biz Heybeli’de Her Gece’ ya da ‘Son Uskumru’... O öyküden bugüne baktığımızda tahrip edilmiş bir doğa görüyoruz. Çocukluğunun, gençliğinin adasıyla şimdiki arasında nasıl farklar var?

- Dediğin doğru, hakikaten tahrip edildi. Hepiniz görüyorsunuz işte; ne kuş kaldı ne balık. Uskumru çocukluğumda çok yenirdi. Annem bizim için uskumru, kedimiz için istavrit alırdı. Balıkçı, bir kilo istavritin parasını almazmış kedi için olduğunu öğrenince. Adanın arkasında balık tutardık, hemen herkesin sandalı vardı. Açılır balığa çıkardık, şimdi neredeyse hiç yok. Burgaz’ın arkalarına dağılır, çapariye çıkardık. Eşim de gelirdi benimle. Bir gün çapariyi çekti “Uskumru!” diye bağırdı, istavrit yerine uskumru gelmiş. Bağırınca denizde ses kolay yayıldığından ilerideki sandallar motor çalıştırıp yanımıza geldi. Kontrol edecekler, uskumru mu değil mi diye. Gerçekten de uskumru. Ben de bunu “Son Uskumru” diye yazdım.

- Adanın doğası kadar edebiyatçılarından epey söz açmışsın: Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Enis Batur, Zeyyat Selimoğlu, Erhan Bener... Erhan Bener’le dostluğun ayrı ama değil mi?

- Erhan Bener birkaç yakın arkadaşımdan biriydi; 1951’de tanıştık. O Mülkiyeli, ben Ticaretliyim... Çok zeki ve çalışkan bir insandı. Okuldayken de adından söz ettirirmiş, ciddi öğrenciymiş. Maliyedeki ilk devrimleri beraber yaptık; ilk aramalarda, hacizlerde ve yurtdışı yasaklarında bizim imzamız var. Biz koca koca raporlar yazıyorduk, ben raporun çatısını kurardım, Erhan’ın kaleminden kan damlardı. Heyetin yazamadığı raporlar kaleme alırdı; hem hızlıydı hem de yazdıkları güzeldi. Benim edebiyat merakım onun yazdıklarından gelir. Ağabeyi de Türkiye’nin en iyi kısa hikâye yazarlarındandır. Onların sayesinde ben de edebiyata merak saldım. Erhan bekâr; evde oturur yazar, biz de onlara müstehcen şeyler ekleriz, Vüs’at da bizim sokuşturduklarımızı keserdi. Yıllar geçtikçe Anadolu’ya gidip teftiş yapmak zor gelmeye başladı, sabit göreve geçtik. Ardından Erhan Fransa’ya gitti. O arada bir talihsizliği oldu; oğlu Yiğit doğdu...

- Bu talihsizliği bir kenara bırakıp başka bir ada gerçeğine dönelim: İsmet İnönü...

- İsmet Paşa’yı çok görürdüm, bana çok danışırdı; oturduğu ev, halamın evinin hemen yakınında. İsmet Paşa’nın annesiyle halam çok yakın arkadaştı. İkisi de dindardı, dinî konularda konuşurlardı. İsmet Paşa hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışıyoruz, onun aleyhinde konuşan kimse yok etrafımızda. Herkes onu çok seviyor, babam “Allah benim ömrümden alsın, ona versin; bizi harbe sokmadı,” diyor. O eski paşa değişti sonradan, tonton bir ihtiyar oldu; Cumhurbaşkanlığı bitince etrafındaki insanlar çekildi, sakinledi. Evden çıkıp plaja giderdi. Plajın başındaki kabinlerden biri ona ait. Kabinin etrafında çocuklar sıraya girip elini öpüyor. Bazı çocuklar “Çaktırmadan iki defa öptüm,” filan diyor. Sonra denize çivileme atlıyor ama çok kötü yüzüyor; yengeç gibi. Bir defa peşinden gittim iskeleye, bana “Burası derin mi?” diye sordu, “Derin,” dedim. Bir defa da “Su soğuk mu?” diye danıştı. Gereken cevabı verdim. Bir başkası da “Bana on dakika olunca haber ver,” dedi. Toplam üç kez danıştı bana.

 

Nejat Gülen’le Adalı Sohbetler / Nejat Gülen / Adalı Yayınları / 126 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler