Nezihe Meriç'i okumanın vakti
Nezihe Meriç edebiyatın pek çok alanına hâkim bir yazardı. Ama belki de en önemli çabası romandan öyküye, şiirden denemeye, edebiyatın hemen bütün türlerinde ne kadar geniş bir kültür çevrenine sahip olduğunu, özgürleşmek için emek verilmesi gerektiğini bazen acılı bir biçimde bağıra çağıra göstermesiydi. Meriç'i bu yönü ve ürettikleriyle anıyoruz.
Bazı yazarlarla tanışmanın, yazdıklarını okumanın zamanı vardır, ben buna eskiden beri inanırım. Sözgelimi, Herman Hesse'i, Thomas Bernhard'ı, S. Zweig'ı ve daha birçoklarını okumayı sırf bu yüzden erteledim. Yusuf Atılgan'ı okuduğumda yaşım neredeyse 40'a dayanmıştı. 1980 darbesinin o en karanlık günlerinde S. Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unu okuduğumu dün gibi anımsarım.
Çok yönlü bir edebiyatçı
Nezihe Meriç ise benim okumakta bile isteye ertelediğim değil, geç kaldığım bir yazar. 18 Ağustos 2009'da ölümünü izleyen günlerden sonra edindiğim kitaplarını yuta yalaya okudum. İlk izlenimim, onun dil özeni ve ayrıntıcılığı olmuştur ya da şöyle diyelim: Ayrıntıları verirken kullandığı dilin kusursuzluğu, firesizliği ve büyüsü'
Fakat sanırım bu özelliğinin en belirgin olduğu kitabı, Çavlanın İçinde Sessizce adını taşıyor. Bu kitabında Meriç, içini tıpkı Nâzım'ın bir şiirinde dediği gibi 'bir bayrak gibi' açıyor. İnsani olan bütün hallerinden söz ediyor. Öyle ki, anılarını okuyup bitirdiğinizde onu artık handiyse yan komşunuz kadar tanımış duygusuna kapılıyorsunuz. 'Nezihe Meriç'i okumanın vaktidir' dememdeki gerçek neden, biraz da bu: Düşünsenize, onu yitirmenize karşın, siz yitirmemiş, hatta tam tersine, dost, komşu edinmiş oluyorsunuz. Yani artık Nezihe Meriç adlı yakından tanıdığınız, söyleşisine ortak olduğunuz, birlikte öfkelenip birlikte sevinç çığlıkları attığınız bir vefalı dostunuz olacak. Yeter ki sözcükleri yerli yerinde kullanın ve alabildiğine içten olun. Onun sizden tek istediği, bu: İçtenlik!
Onun hakkında daha fazla ve çok iddialı laf etmek istemem, çünkü bizzat kendisi uyarıyor bizi: 'Benim bildiğime göre, bir yazar hakkında yargıya varmak için kabaca söylersek, o yazarın tüm yapıtları, çağdaş yöntemlerle dili, seçtiği konuları, kurgulaması, zaman içindeki değişimleri, evreleri, sapmaları, ideolojisi açısından bir bir incelenir, dökümü yapılır, metinler, sözcükler kat kat, lif lif ayrılır, her bakımdan açılır, sonra belli anlamlara göre destelenip bir sonuç çıkarılır. Ancak o zaman yazar hakkında bir yargıya -belki- varılabilir.'
Bu satırlarını okur okumaz, 'Asım Bezirci'yi tarif ediyor' dedim içimden. Fakat Nezihe Meriç, Çavlanın İçinden Sessizce akıp geçmiyor aslında. Romandan öyküye, şiirden denemeye, edebiyatın hemen bütün türlerinde ne kadar geniş bir kültür çevrenine sahip olduğunu, özgürleşmek için emek verilmesi gerektiğini bazen acılı bir biçimde bağıra çağıra gösteriyor. Bir örnek, çocuk edebiyatından: 'Çocuklar için yazmayı sevişim, kendi kendime çok eğlenmem bir yana, önemli buluşumdan. Oysa çocuk başlı başına bir dünya, bir âlem, bir kişi. Dili algılayışı, dili kullanışı, düşünce sistemi, yargılaması, usa vurması hep kendine has. Bizim edebiyat dünyamızda, çocuk edebiyatı yok denecek kadar az ne yazık ki. Ortada çok kitap var da, yazınsal düzey ve çocuk edebiyatı açısından bakıldığı zaman durum umut kırıcı. Çocuklar için hep bir şeyler anlatılıyor. İçinde çocuğun hoşuna gidenler de olabilir. Ama bunlarda, çocuğa dil yoluyla metinden geçecek olan dili iyi kullanma zevki, becerisi, estetik duyguların uyanması, kendini düşünme, çevreyi algılama vb. üzerinde durulmadığı için amaç gerçekleşmiyor.'
Durun, bitmedi. Bir başka anısında Nezihe Meriç, yazarların imza ve söyleşi günleri için okullara çağrılması konusuna değiniyor ve gerçekten kanayan bir yaraya parmak basıyor: 'Çocuk yazını için, işte öyle bir şey, yaz gitsin, herkes yazabilir, kolay iş diye düşünülüyor. Çünkü, inceleyin kitapları, dil bozuk, kurgu bozuk, çocuk psikolojisi sıfır, renk bozuk, koku bozuk. Yani, bu çocuklara yaşadıkları kültür yansıtılmıyor. Şu dünyanın neresinde yaşıyorlar. Hangi koşullar içindeler. Gelmişler geçmişleri nedir, gelenek görenek denilen şey nedir, çağdaş yaşam ne demektir, atasözlerimiz, deyimlerimiz, âdetlerimiz, masallarımız, alışkanlıklarımız artılarıyla eksileriyle nelerdir vb. aktarılmıyor çocuklara. Yaşadıkları kültürü algılayıp üzerinde düşünmeleri falan verilmiyor, yok canım, bir uydur uydur yaz tekniği var, akıllarına estiği gibi yazıp gidiyorlar. Diyelim ormanda çilek toplamalar, kurtlar, kuzular, yok efendim kırmızı şapkalı kızlar, vak vak kardeşler, falan filanlar. Şehirde koyun kuzu -manda, inek- görmemiş çocukların da, köyünden, kasabasından çıkmamış, otobüse bile binmemiş olanların da ayırdında değiller. Kim için yazarlar, ne yazarlar, neden yazarlar belli değil.'
Kendisine usta denmesinden rahatsız olan biri
Dedimdi: Nezihe Meriç her ne kadar 'Ben çavlanın içinden sessizce akıp gidiyorum' dese de esasen pek sessiz değil. Anılarında okuyucuyu derinden etkileyen, düşündüren, edebiyat ortamımız hakkında olumlu ya da olumsuz kimi yargılara taşıyan, kimi zaman da gülümseten o kadar ayrıntı var ki, buraya hangi birini yazsam diye düşünmüyor da değilim. Belki de en iyisi, kendi gibi edebiyatımızın önemli öykücülerinden biri olan Necati Cumalı ile ilgili olanı: Nezihe Meriç, kendisine usta denmesinden çok rahatsız olan biridir. 'İstemiyorum' diyor: 'Usta musta değilim ben, sadece sevdalıyım. Öykü yazma sevdalısı. O kadar. Çok yazamıyorum ama, öyküler içinde yaşıyorum. Necati Cumalı, gençlik yıllarımızda, bir ara tutturmuştu, lafa tuttuğumuz zaman falan şaka yapardı: -Radyofonik oyunlar yazıyordu o zamanlar, belki Arkası Yarın'lar, öyle kalmış aklımda- 'Tutmayın beni. Benim dakkam para' derdi. Söyler söyler gülerdik. Benim de yaşamım öykü. Öykücü olmak başka, yazmak başka. Ben bir saatlik yürüyüşten bin öyküyle dönerim. İnanmayan sorsun beni bilenlere.'
Anılarından, Sâlah Birsel'in de anı yazmaya çok önem verdiğini, Nezihe Meriç'i de yazması için sık sık uyardığını öğreniyoruz. Böyledir: Edebiyatta usta-çırak ilişkisi, dostluklar, birlikte içilen birkaç kadeh içki çok önemlidir. Nezihe Meriç, anılarını topladığı bu çok önemli kitabında vefalı bir dost olarak kendisinde emeği olan herkesi anmış. Sözgelimi, babasının peşi sıra Anadolu'nun dört bir yanını dolaşır bir yandan öykülerini karalarken Attilâ İlhan'la da mektuplaşmış. A. İlhan, Nezihe Meriç'i daha çok yazması için sürekli yüreklendirmiş fakat en çok okuması gereken kitapları işaret ederek: 'Ben bu arkadaşlığı, bu yakınlığı hep iyi dost, özverili, sorumlu bir yazarın davranışı olarak anımsamışımdır bunca yıldır. Hele birbirini yiyen genç yazarların didişmelerini okurken, bu davranış daha da büyüdü gözümde.'
Ey okur, bilmelisin ki, ben Nezihe Meriç'in anılarını büyük ve doyumsuz bir tatla, üstelik bu yaşımda çok şey öğrendiğimi düşünerek okudum. Bu tanıtım yazısı nedeniyle neredeyse bir daha hatmettim. Oh, çok da iyi ettim! Bir ara, bunu niçin yaptığımı unutup kendi tatlarımın peşine düştüm. Farkına vardığımda vakit çok geçti. Fakat bunun ne önemi olabilir. Burada o tadı bölüşmüyor muyuz sanki? Tıpkı onun da dediği gibi: 'Benim yapmak istediğim, günlük yaşamı yaşarken onun içinden anıların izini sürmek; geçmişte ya da şimdide. Ayrıca, ben günlük yaşamı herkesin yaşadığı gibi, sabah, öğlen, akşam deyip, onu çeşitli ilişkiler içinde ziyan edip, içinde bulunduğum toplumun gerektirdiği gibi yaşamıyorum ki. Zamanı kendimce harmanlayıp, düşsel olanla, gerçek olan karışmış halde, keyfimce yaşıyorum.'
Nezihe Meriç, anılarının kimi yerinde, yazdıklarını yıllar, on yıllar sonra okuyacak bir çift göze, bir genç yüreğe de sesleniyor: 'Yazdıklarımı okudum da, ben dedim, işte aynen böyle konuşuyorum. Bunu bozmak istemiyorum. Böyle, konuştuğum gibi yazmak istiyorum. Çok yılar sonra o liseli çocuk, ya da o gözlerini kısarak bakan ince yüzlü kız bu anıları okurken sesimi duyar gibi olurlar mı acaba?'
Tanrım, ne çok yerin altını çizmişim! Hangi birini alayım buraya? Yoksa anıların tamamını mı? Hangi birini? Salim Şengil'le evliliğini mi, edebiyatımızın hemen bütün ünlü yazar ve şairleriyle olan dostluklarını, birlikte yenilen akşam yemeklerini mi? Ya Bodrum'da yaşanan sıcak yaz günlerini, serin akşamüstlerini yazsam'
Yok yok, en iyisi onun Korsan Çıkmazı'nı, Bir Kara Derin Kuyu'sunu, Bozbulanık'ını, Dumanaltı'nı, Menekşeli Bilinç'ini, Yandırma'sını (ve elbet!) anılarını bir daha okumak, altı çizili yerlere -tıpkı o genç kız gibi- gözlerimizi biraz kısarak bakmak, onunla göz göze gelmek' Vakit geç olmadan ve bir daha'
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi