‘O ağaçlar bizim kardeşimiz!’
“Fakir Kene”, gövdesi geniş, reçinesi yoğun ağaçlarla kaplı kadim bir ormanın içinden metropole, ölüme, yoksulluğa, isyana, aşka, ayrılığa ve en temelinde betonların arasından görebildiği kadar insana bakıyor. Kitaptaki dizeler, yeryüzündeki tüm kaygıları omuzlarında hisseden bir şairin, dünyayı algılayışını yansıtıyor. Keskin’le kitabını konuştuk.
- Proust kitaplarını 50 yaşımdan sonraya bıraktım diyordunuz? Başladınız mı?
Başlayamadım maalesef. Okumakla ilgili bazı problemlerim var son yıllarda. Bunu kırabilirsem okuyacağım.
- Şiirlerinizin en az iki dizesini internette pek çok yerde bulabilirsiniz. Kimi size hayranlığından koyuyor kimiyse sevdiği insan için ve bazıları da acıdan. Bir tür yağmalık durumu var aslında o mecrada. Bu sizi rahatsız ediyor mu?
Şiirlerimiz eninde sonunda okur için yazılıyor. Yayılmasının benim için bir sakıncası yok. Ama birkaç şeye dikkat edilmesinde fayda var: Birincisi, bir şiirin tamamını zaten yayınlamamalısınız. İkincisi, bazen benim dizelerimle onu yazanın cümleleri iç içe geçiyor ve ortaya karışık bir şey çıkıyor, hoş olmuyor. Üçüncüsü, benim hiç yazmadığım bazı şeyler, benim adımla yayınlanıyor. Bundan memnun değilim tabii.
'FAKİR KENE TOPLUMSAL DOKU ÇALIŞMASI OLARAK OKUNABİLİR'
- Bundan altı yıl önce çıkan Soğuk Kazı’yı, soğuma-katılaşma kitabı olarak nitelendirmiştiniz özetle. Fakir Kene için en başta ne söylersiniz?
Her kitabın kendine özgü koşulları var. Fakir Kene için söyleyebileceğim ilk şey, bu kitap bir toplumsal doku çalışması olarak okunabilir. İçinden geçtiğimiz, çok da kolay olmayan bu altı yıl içinde biriken pek çok meseleye bakan şiirlerle örüldü. Bazı şiirlerin “kahramanları” var.
- Y’ol, Soğuk Kazı ve diğer kitaplarda ,kişisel tarihinizin izlerini rahatlıkla sürebiliyorduk. Fakir Kene, kişiselliğin ötesine geçmiş ve sizi toplumcu bir bakış açısından dünyaya bakmaya yöneltmiş. Siyasal atmosferi göz önüne alırsak buna kendinizi zorunlu mu hissettiniz, yoksa içinizden akıp geçen duyumsayışlar mı?
Türkiye’nin toplumsal dokusunun benim şahit olduğum kadarıyla hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak kadar sertleştiğini, ayrıştığını, kavgalı hale geldiğini ve getirildiğini gördük, daha da göreceğiz gibi. Şartlar bu kadar ağırlaştığında, “dışarısı” ile “içerisi” bir oluyor. Kaldı ki zaten böyle bir kitabın geleceğinin ipucu da vardı aslında. Soğuk Kazı’nın ikinci bölümünde başlamıştı bu.
- Şiiriniz altı yılda çok enteresan bir yol almış. Beni şaşırtmadığını söylersem yalan olur. Soğuk Kazı, kişisel bir tarihse Fakir Kene, toplumsal belleğin izleriyle dolu. Ali İsmail’e selam ediyorsunuz, katledilen kadınları anıyorsunuz, ağaç kesen katilleri yeriyorsunuz. Şiiriniz, öncekilere oranla daha fazla siyasetle iç içe. Bu çok daha yorucu ve sarsıcı değil mi sizin için?
Çünkü ben de hepimiz gibi bu ülkenin bir insanıyım ve hepimizi yoran şeyler beni de yoruyor. Herkesle birlikte ben de bu sarsıntılardan payımı aldım, alıyoruz. Bu kitap da bu şiirler yoluyla bu yaşananları kayıt altına alıyor. Zor mu evet zor, yorucu mu evet yorucu ama yaza yaza konuşa konuşa bu travmalarla belki başa çıkabiliriz. Belki sağaltıcı bir etkisi olur, kim bilir. Bilemiyorum.
- Doğru bir tabir mi bilemiyorum ama acıları üleştirmişsiniz. Tek başına yaşamama hali var. Yanlış mı algılıyorum?
Doğru tespit. Bunca yük ancak üleştirirsek taşınabilir. Mesela betonlaşma konusunu “Çimenlerin Efendisi” üstlendi. Ali İsmail’de somutlaşan vahşeti ve yas konusunu Ross’a söylene söylene yazdım. “Hidrofor” bile önemli bir işlev gördü.
'İSTANBUL’A ARTIK O KAT KAT KULELERDEN BAKIYORUZ'
- Tabiat, Birhan Keskin şiirinde hep vardı ancak bu kez vazgeçilmeziniz olmuş gibi. Bir şehirde yaşarken doğayla barışı nasıl sağlarız ki?
Bizler zaten bir şehirde yaşadığımızdan, özellikle de İstanbul gibi bir beton çölünde yaşadığımız için tabiat bunca önemli, tam da bunun için çok önemli. Hepimiz tabiata hasret duygusuyla yaşıyoruz burada. Ondan uzakta yaşadığımız için işte bir tek ağacın bile kıymeti çok büyük. Ben yıllar önce Yeryüzü Halleri’ni yazdım biliyorsunuz. Tabiata duyduğumuz hayret ve hayranlık ve onunla bir olma hasretine dair bir omurgası vardı o kitabın. Daha ontolojik bir perspektiften yazılmıştı o şiirler. Bu kitapta o anlamda bir tabiat yok. Ama “çimenlerin efendisi” de “iskelede bir çırak” da betonlaşmaya küfür ediyor. Biz tam da bunları konuşurken Artvin’de insanlar doğayı korumak için ayakta. Doğayı birtakım rantlar için talan etmeye çalışanlar oldukça onu korumak için savunmaya geçenler de olacak. Şunu anlamıyorlar, bir kere daha üstüne basarak söyleyelim: Bu şehirde bir tek ağaç bile bizim için çok kıymetli kardeşim. Çünkü o ağaçlar bizim kardeşimiz! Bizim hasretimiz onlar... İşte bunu içinde duyanlar ve duymayanlar olarak da ikiye ayrılıyoruz.
- “İnanç ve inat. O inat neyse sen osun.” Şiirlerinizdeki isyanı inancı ve inadı görebiliyorum. “İstanbul sana tepeden baktım” böyle bir şiirin ürünü mesela. “Zillet” hissini biraz açar mısınız?
“Zillet”, hor görmek demek. Şiirin kendisi Yahya Kemal’in bir dizesine gönderme yapıyor. Tekrar tekrar, kat kat aynı dizeyi tekrarlayarak. Çünkü İstanbul’a artık o kat kat kulelerden bakıyoruz. İstanbul’un klasik bilindik bin yıllık siluetini bile bozacak kadar ileri giden bir yozluk var. İstanbul ancak bu kadar hor görülürdü. Zillet, bunun altını kalınca bir şekilde çizmek için.
'ORMANIN SAKİNLERİ BİZDEN DAHA ÂDİLDİR'
- “İskelede Bir Çırak” şiirinde, Tanrı’yla konuşuyorsunuz. İktidarı şikâyet edip ağaçları kesen ve toprağa ayak basmak isteyen insanların hep iskeleden düşme hali içinde olduğundan dert yanıyorsunuz. Sizi dinleyip ya yıkarsa metropolleri doğa düşmanlarının başına?
İskelede, yani bir inşaat iskelesindeki genç adam konuşuyor, Tanrı’yla değil, onun Tanrısı yok, Allah’ı var, onunla konuşuyor. Onun duası bu. Kabul edilirse şahane olur. Ben de şükranlarımı sunarım. Agnostikliğim de son bulur böylece hem.
- “Ben canımı sokakta buldum efendim!/ Ben çimenlere yaslamışım ömrümü/ Birbirinin önünde yamulanlar varken/ Beni dize bilmez sanma/ Beni dize gelmez san!” ve “Betonu icat edene yazıklar olsun!” Buradakiler gibi sizi öfkeyle sarmalayan o duyguyu biraz açabilir misiniz?
Az önce konuştuğumuz şeylerin aynısı ya da devamı. Benim kadar okur da bunları biliyor. Daha fazla nasıl açılır ki bu duygunun içi. Öfke işte.
- “Şehrin perçemleri sizin gözlerinize niye batıyor?/ Biz, üç beş adam, ömrünü çimenlere adayan/Razıyız gölgesinde uyuduğumuz ağaçtan/ Ve zerre ipimizde değildir başkan.” En net politik duruşlardan birini yansıtan şiirlerinizden “Çimenlerin Efendisi.” Bu kafa tutuş sizi korkutmuyor mu?
Niye korkalım ki. Şiir de mi yazmayacağız.
- Bir yerde şöyle bir dize var: “Bizim millet şiir sevmediği gibi el ele tutuşmayı da sevmiyor?” Neden birlik olamıyoruz, en azından kötülüğe karşı?
Jospi şiiri cevaplasın sizi bu kez: “İnsan dediğin ikiye ayrılır.” Hahhaahaaa. Sevgili Serap, biraz da gülümseyelim.
- Bir yanda açlık bir yanda tıka basa doyan mideler. Dünyanın adaletsiz düzeni. “Hayat biraz da tok bir karındır” derken ben size “artık yeter” dedirten o noktayı merak ediyorum.
Eskiden gelir paylaşımı, makas ve makasın açıklığından filan dem vurulurdu. Bak bunların adını bile anmadığımız yerlere geldik. “Orman kanunu” filan diyor bazıları. Ormanın sakinleri bizden daha âdildir, ben bundan eminim. Twitter’da yazmıştım yıllar önce, “tabiata benzesek çoktan insan olmuştuk!”
'MEMLEKETİM, FAZLA ERKEKSİN FAZLA!'
- Duyumsayış, şiirlerinizde kişiselden toplumsala öyle bir evrilmiş ki hem kişisel hem de toplumsal vicdanımızı kanatıyor; “www.anitsayac. com” da onlardan biri. Ben baktığımda en son Duygu Şen’in adı vardı. Nasıl ortaya çıktı bu şiir? İşin üzücü yanı, bu şiirin hiç bitmeyecek gibi durması üstelik.
Bu şiiri Aslı Serin’le yazdık. Türkiye’de erkek şiddeti çok yaygın; onların eliyle her Allah’ın günü kadınlar ölüyor ve giderek yükselen bir istatistik var maalesef. Bunun için yapılmış bir internet sitesi ve sayacı var. Bu meseleye dikkat çekmek için hazırlanmış. Biz Aslı’yla karşılıklı olarak yazıyorduk bu şiiri. Şiir henüz bitmemişti ki Özgecan cinayetini okuduk gazetelerden. Korkunçtu. Daha fazla bu şiiri devam ettiremeyeceğimizi anladık, noktaladık. O günlerde bunu internet üstünden yayınladık ve evet, bu memleket bu kafayla giderse bu şiir daha çok devam eder. anitsayac.com gibi bir sitesi olan başka bir ülke var mıdır bilmiyorum. Aynaya bak memleketim, fazla erkeksin fazla! Sefil bir erkeklik algın var üstelik.
- “Zehra Teyzem” şiiriyle ölümü, özellikle de babanızın ardından saygıyla karşıladığınız, kabullendiğiniz hissine kapıldım.
Bu benim kişisel yolculuğumun çok özel duraklarından biri. “Zehra Teyzem” bir metin veya hikâye aslında. Şiir diyebilir miyiz? Bence değil. Çok özel bir süreç ve çok özel bir hikâyesi var. Yazdım ama. Sesli okuyamıyorum. Üzerinden iki sene geçtikten sonra bir akşam bir arkadaşıma okuyayım dedim; yarısında boğazım düğümlendi. Yapamadım. Benim için çok kıymetli bir hayat dersidir “Zehra Teyzem.”
- Şiirlerinizin kıvamı daha koyu bu kez. Sözcükleri esirgememişsiniz, biçimi altı yılda çok farklılaşmış. Şiirinizin gövdesi genişlemiş. “Firdevs Teyze” öyle mesela ve “Zehra Teyzem” de keza.
“Firdevs Teyze” de “Zehra Teyzem” de dediğim gibi hikâye aslında. Şiir olarak bakmamalı onlara. Poem/ prose tadı var ama aslında hikâye ve evet, bu kitaptakiler genel olarak gövdeli, fazla konuşmaya ihtiyacı olan şiirler. Masif parçalar, kitaplaştırırken biraz yaydık ki kolay okunsun, okurun gözü korkmasın. Araya nefes alanı sayılacak “küçük şeyler” de koyduk. Bu kitap böyle oldu.
- Şiirinizin biçemindeki bu belirgin değişiklik sizi korkutmadı mı?
Ben, içeriğin biçimi zorladığını ve belirlediğini düşünürüm. Denemekten de korkmam. Nasıl yazılması gerekiyorsa şiir, öyle dayatır kendini. Bu kitapta gövdeli, masif şiirler çıktı. Bu hiç kuşku yok ki içeriğin ihtiyacıyla ilgili.
'ŞİİR YAZIP PORTAKAL REÇELİ ALIYORUM'
- Kitabınızda Jung’un izlerini daha fazla hissettim. Şefkatli, duygusal ve incinebilen bir kadın ile savaşmaya hazır, cesur, sağlam ve duygularını açığa vuran bir kadın; iki haliyle ortada duruyor. “Zehra Teyzem” şiirindeki rüyanız bu bilinçaltının izleriyle dolu. Var oluşunun farkına varan her kadının Jung’a yönelmesi çok ilginç geliyor mu size de?
Valla bu rüya konusunda Jung ya da Jungçu terapistler ne der, bilemem. Sizin yorumunuza katılırlar mı onu da kestiremem. Bu kısmını tartışamam, alanım değil rüya konusunda yorum yapmak. Bunu başkalarına sormak lâzım.
- Suyun yüzeyine çıkmayı başaran siz ve animusunuz. Gerçekten başardınız mı, yüzeyde misiniz?
Bilmiyorum.
- Always on The Move’dan yolculuğunuzun devam ettiğini anlıyoruz. Bu kitaptan sonra nereye doğru gideceksiniz belli mi? Bir rotanız var mı?
Şimdilik bundan sonrasının nereye doğru olacağını bilmiyorum. Sadece bu kitap bende çok uzun oyalandı, onu biliyorum. Altı yıldan sonra ancak elimden çıkardım. Biraz nefes alayım da sonrasını sonra düşünelim sevgili Serap.
- Bir kargo yapmışsınız kitabın başında ve içindekileri gördük. Peki, size bir kargo var desem içinde ne olmasını isterdiniz?
Kargo dediniz de aklımdayken açıklayayım. Benim son derece özel bir okurum var. Bunu biliyorum ve bundan bahtiyarım. Zaman zaman böyle paketler gelir bana okurdan, çok hoş bir şey bu. Bu kitabı toparlarken ağır bir grip geçirdim, Instagram’a bir fotoğraf koyup “Keşke biri portakal reçeli yapsa bana” demiştim. Bir arkadaşımız yollamış. Çok güzeldi, afiyetle yedim. Şiir yazıp portakal reçeli alıyorum. Çok zarif bir ilişki bu. Benim kargom da okura. Bu kitapta ağır şeyler var ama önüne kargoyla güzel bir mektup ekledim.
- Bana da bir kargo yapar mısınız? İçine ne koydunuz?
Şuraya bir sütlü kahve bırakıyorum. Ellerimle yaptım. Afiyet olsun.
Fakir Kene/ Birhan Keskin/ Metis Yayınları/ 80 s.
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi