Olan biteni tek kareyle anlatıyor

Time, The Guardian,World Press. Foto muhabiri olduğunuzu ve arka arkaya bu üç kurumdan ödül aldığınızı düşünün. Yetmesin, başka yerlerden de ödüller gelsin. Tebrik ederiz, mesleğin zirvesindesiniz. Tamam bu kişi siz değilsiniz ama çok uzaklardan da değil, Türkiye’den. Kriz bölgelerinden geçtiği kareleri zihnimize işleyen Bülent Kılıç.

Yayınlanma: 15.04.2015 - 15:27
Abone Ol google-news

 

Urfa, Suruç’ta çekilen bu karede yörede yaşayanlar bu kez Bülent Kılıç’ın fotoğraf makinesinin önünde değil, arkasında. Kılıç en ortada. 

Bülent Kılıç 35 yaşında ve 2014 yılında foto muhabirliği alanında verilen neredeyse her ödülü aldı. Bağlı olduğu AFP haber ajansının Başkanı Emmanuel Hoog,  World Press ödül töreninin ardından onun için “Daha önce aldıklarıyla birlikte bu son iki ödül, Bülent’in 2014’te gösterdiği sıradışı muhabirlik becerisinin taçlanması anlamına geliyor” diyordu.

Bülent Kılıç’ın fotoğraflarını sayfada göreceksiniz tabii ama size Berkin Elvan protestosunda diz çöktürülerek gözaltına alınan kadın, Gezi Direnişi esnasında AKM’nin tepesinden gaz bulutu altındaki Taksim Meydanı, Soma’da göçükten sağ çıkan madenci oğlunu öpen baba desem görmeden de gözünüzün önüne o fotoğrafları getirebilirsiniz. İşte o kadar güçlü karelerden söz ediyoruz.

Bu kadar güçlü kareleri çekebilmenin başka bir göz istediğine şüphe yok. Bülent Kılıç da bu konuda hem fikir. Fakat bu gözün, bu bakış açısının eğitimle oluşabildiğine inanıyor. Onun tabiriyle söylersek, gözün habere alışması, gerçekten görmeye başlaması için alanda en az dört-beş yıl geçirmek gerekiyor.

Bülent ise yaklaşık 15 yıldır bu mesleğin içerisinde. 1998 yılında Ege Üniversitesi Gazetecilik bölümünü kazanınca fotoğrafla başka türlü ilgilenmeye başlıyor. Okulda karanlık odayı, film yıkamayı öğreniyor. İzmir’de diplomayı alana kadar kalmayıp, sadece sınavlara girmek üzere okula gitmeye karar vererek birkaç yılın ardından İstanbul’a dönüyor.

İlk durak Evrensel Gazetesi. Gazetede muhabir olarak çalışma hayatı başlıyor fakat foto muhabiri değil, habere gittiğinde fotoğrafı da kendisi çeken muhabir olarak yaklaşık üç yıl Evrensel gazetesinde çalışıyor. İşi olmadığında gazetenin karanlık odasında vakit geçirecek kadar seviyor fotoğraf işini.

Sonra Birgün gazetesi kurulurken oraya bu kez foto muhabiri olarak transfer oluyor. Birgün macerası kısa, yalnızca dokuz ay.

Ardından serbest foto muhabirliği dönemi başlıyor. Serbest muhabirlik esnasında AFP’ye de fotoğraf verdiği oluyor. Bu alışveriş daha sonra AFP’nin Türkiye’deki fotoğrafçılarından biri olmasıyla son buluyor. Yani yaklaşık olarak 11 yıldır AFP’yle çalışıyor. 2012’den bu yana ise Türkiye şefi.

 

İdlip yeni bir dönemeç

2012, Bülent için önemli bir yıl. O yıl ilk kez Suriye’ye geçip, en büyük çatışmaların yaşandığı kentlerden biri olan İdlip’e girmesiyle birlikte meslekteki çıtasını başka bir noktaya taşıyor.

İdlip’e gidişi ayrı bir hikaye. Aslında kendisini nasıl bir tehlikenin içerisine attığını biraz da gidince anlıyor. Suriye’nin kuzey batısındaki şehre ulaşmak için deniz yolunu kullanıyor. O sırada kaçakçı olduklarını bilmediği, kendisine yardım ettiklerini sandığı bir grubun küçük botuyla Hatay’ın Altınözü ilçesinden İdlip’e geçiyor. Kaçakçılar gidişte para istemiyorlar. Zaten dönüşte para isteyince anlıyor, kaçakçı olduklarını. “Ama insaflılar” diyor, Bülent. “Ölmez de sağ kalırsan dönüşte alıyorlar parayı. Ölürsen gidiş bedava.”

Suriye’de ateşin ilk kez yükseldiği günlerde o İdlip’ten çıkarken can güvenliğinin en üst seviyede tehlike arz ettiği kente girmeye çalışan bir meslektaşıyla tanışıp arkadaş oluyor: Sonrasında IŞİD’e kurban giden Amerikalı gazeteci James Foley’le.

 

Halep’e vardığından haberi yok

İkinci gidişinde Suriye’deki durağı Halep. Fakat o esnada büyük çatışmaların yaşandığı Halep’e gittiğini bilmiyor. Selahaddin diye bir bölgede bir apartman dairesinde kalırken “Halep neresi” diye sorduğunda, “Ta ilerideki surların arkasında” yanıtını alınca ateş altındaki şehirden uzaklarda olduğunu zannediyor. Halbuki Selahaddin, Halep’in mahallelerrinden birisi. Surlar da az ötede. Zaten bu sorusundan kısa bir süre sonra bulundukları mahalleye top ateşi başlıyor. Kaldığı apartmanın çatısına bir top mermisi düşüyor.

Peki insan korkmuyor mu? Bülent’in cevabı: “Korkuyorsun tabii. Topun geliş açısında göre kendine güvenli bir yer bulup beklemeye başlıyorsun.”

Bir seferinde yakındaki bir hastaneye fotoğraf çekmeye giderken yanından geçen savaşçı kolundan tutup durdurmuş onu. Hemen ardından önündeki sokağa düşen top mermisi sokağı alıp götürmüş. O esnada, ya ben tesadüf eseri mi hayattayım acaba diye düşünmeye fırsat yok. Tam ters istikametteki hastaneye doğru koşup, fotoğraf çekmek zorunda. Suriye’ye gidiş sayısı O’nu bulmuş. Ezidi göçü hariç neredeyse her olayı fotoğraflamış. Şengal’e de gitmek istemiş ama AFP gerek görmemiş.

Çalışma sistemleri aynen bu şekilde. Ya ajans seni bir bölgeye, habere yönlendiriyor, ya da sen ajansa bir öneri getiriyorsun, kabul edilirse gidiyorsun. Örneğin Ukrayna’ya böyle gitmiş. O gittikten iki gün sonra da hükümet düşmüş. Oradan geçtiği fotoğraflar da zaten hükümetin neden düştüğünü anlatıyor.

Bülent Kılıç mesleği hakkında tam da böyle düşünüyor: Bir kare, başka söze gerek bırakmadan o coğrafyada, o şehirde, o alanda olup biteni her şeyiyle anlatsın. Yazıya gerek bırakmasın. “Yoksa, sadece dramatik kare yakalamaya gitmiyoruz.” 

Bülent’le konuşunca bu işin ciddi bir matematiği olduğunu seziyor insan. Önüne harita açıp, şimdi Suriye’de göç dalgası nereden nereye olur’u hesaplamayı ve ona göre bir hareket stratejisi belirlemeyi gerektiren bir meslek yapıyor. O nedenle günlük siyaseti de doğru okumayı bilmesi gerekiyor.

“Alanda da herkes bir noktaya hareket ederken, ben başka bir noktaya doğru giderim. Veya olduğum yerde beklerim. Tek kare için gerekirse bir saat hiç kıpırdamadan beklerim” diyor.

 

 

 

Bülent Kılıç’a ödül getiren üç fotoğraf. En üstteki kare Berkin Elvan protestosundan ve World Press Photo 2014 yarışmasında haber kategorisinde birincilik ödülü bu fotoğrafın oldu. Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nde dört ödül alan ve Kılıç’ın Soma’da yas tutan madencileri görüntülediği bu fotoğrafı Yılın Basın Fotoğrafı ödülüne layık görüldü. Ve son kare Kobane’de bombalanan bir tepe. Kılıç’a World Press’te haber kategorisinde üçüncülük getirdi.

Ödüllere pek kafayı takmıyor

Aldığı ödüllerden sonra hayatı değişmiş mi? İster istemez bir miktar değişmiş. Bir yerlere gitmesi, benimle olduğu gibi kendisiyle ilgili haber yapmak isteyen birileriyle konuşması filan gerekiyor. Bülent bu konuda biraz ketum. Ön planda olmak da pek hoşuna gitmiyor. Tipik bir “kamera arkası” insanı. Hatta hafif asosyal. Bu nedenle Türkiye’deki meslektaşları içerisinde antipatik bulunduğu da oluyormuş. Herkes akşam rakı sohbetine otururken Bülent genellikle dinlenmeyi tercih ediyor. Çünkü yaptığı işin kondisyon gerektirdiğini söylüyor.

Aldığı ödüllere öyle pek anlam yüklediği söylenemez. Yaptığı işin bir sonucu belki ama o kadar. Bu konuda lüzumsuz mütevazı veya aşırı ukala olmaktan hoşlanmıyor. “Benim için önemli olan mesleğimi yapabilmek” diyor.

Mesleğinden bahsederken en çok kullandığı kelime “saygı.” Mesleğe saygı, işine saygı duymak kelimeleri ağzından hiç eksik olmuyor. Sanırım, Bülent Kılıç’ın başarısının sırrı da burada yatıyor. Yaptığı işi belli ki çok seviyor. “Sevmesen yapılmaz zaten” diyor. Öyle. Ölüme bu kadar yakın bir iş sevmesen yapılmaz sahiden.

 

Daha cesuru da var, daha az cesuru da    

Bu kadar cesaret nereden? Çok cesur olmadığını söylüyor. “Benden daha cesurlar da var, daha az cesur olanlar da.” Hayatı o kadar tehlikedeyken ne yapar insan? İçinden ne geliyorsa onu yapmalıymış. Ağlamak istiyorsan o anda oturup ağlamalıymışsın. “Yoksa birikip, patlar” diyor. Ölüme bu denli çok tanıklık etmek insanın psikolojisini etkilemez mi peki? İlk gidişinden sonra uykudan sıçrayarak uyanmak gibi durumlar yaşamış Bülent de. Sonra alışmış. Psikolojik desteğe, antidepresana ihtiyaç duymamış.

Favorileri kimler?    

Dünyada kendi jenerasyonundan iki favori foto muhabiri var: Fabio Bucciarelli ve Manu Brabo. Her iki isim de dünya çapında Bülent’e benzer ödüllerin sahibi. Her ikisi de tehlikeli bölgelerde fotoğraf çekiyor. Peki ya Türkiye’de? Gençlerden umutlu ama kendi jenerasyonundan beğendiği bir ismi öğrenemiyoruz. Fakat Coşkun Aral’ın ismini belirtmeden geçmiyor.

Dersimli    

Dersimli. Babasının öğretmen olması nedeniyle dört yaşındayken İstanbul’a gelmişler, sonrasında hep İstanbul’da yaşamış. Kürtçe var mı, diye soruyorum. Çalıştığı bölgelerde işine yarar. Yokmuş. İngilizceyle hallediliyor işler.

Dijital mi, analog mu?    

Ona göre, fark etmez. “Hatta fotoğraf bir gün biterse, gider video çekeriz” diyor. Maksat bir yerlerde olan biteni anlatmak. Araç ne olursa olsun. Ama tabii dijital fotoğrafın daha rahat ve hızlı olduğunu da itiraf ediyor.

Sanki ufukta sinema var   

Bu mesleği on yıl daha yapmak istiyor. Tam olarak ifade etmiyor ama benim sorum karşısında verdiği tepkiden belli, sonrasında sinema sektörüne girip kameranın arkasına geçmeye hiç de soğuk bakmıyor. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon