Salgınların edebiyatçı doktorları / Tahir Abacı’nın kaleminden…
Bir yandan tıp mesleğinin gereğini yerine getirirken ve ülkede eksik olmayan salgınlarla mücadele ederken, bir yandan da bu konularda tanıklık eden metinler üreten edebiyatçı doktorlarımız oldu...
Ceyhun Atuf Kansu Muzaffer Hacıhasanoğlu
“Tıbbiye’den ara sıra da doktor çıkar” derler, tıp kökenli edebiyatçı, müzisyen, bestekâr, ressam ve siyasetçi çokluğuna bakarak. Behçet Kurdoğlu’nun 1967’de yayımlanan Şair Tabipler kitabına ise günümüzde yeni bir cilt eklemek gerekir. Türkiye, tarihi boyunca veba, kolera, dizanteri, verem, sıtma, çiçek, kızamık, tifo gibi salgın hastalıklarla karşılaşmış bir ülke olduğundan, edip doktorlar haliyle salgınlara da tanıklık etmişler, anılarında ve ürünlerinde dillendirmişlerdir.
Dr. Osman Şevki Uludağ, ilk kez 1925’de yayımlanan, 1991’de yeniden basılan Beşbuçuk Asırlık Türk Tabâbeti Tarihi adlı kitabında, Osmanlı tıbbının bir dönem ileri düzeyde olduğunu, medreselerde ciddi eğitimler verildiğini, hekimliğin kurallara bağlandığını, önemli kitaplar yazıldığını, ancak Kanuni döneminden sonra gerilemenin başladığını, işe şarlatanların karıştığını, bilgi sahiplerinin engellendiğini, atak yapan Avrupa tıbbının gerisinde kalındığını anlatır.
Öyle ki, salgınlarda tedbirler ve “karantina” önerileri bile, çeşitli gerekçelerle engellenebilmiştir. Cevdet Tarihi’nde anlatıldığına göre, İstanbul’daki veba salgınında sokaklar ıssızlaştığında, yöneticiler mezarlık yollarına birer “katip” yerleştirerek sadece ölülerin kaydını tutmaktan ötesini yapamamışlardır. İmparatorluğun son yıllarında, uluslararası bağlantılı “Karantina İdaresi”nde ise Cenap Şahabettin ve Rıza Tevfik de etkin görevler üstlendiler.
EDEBİYAT-I CEDİDE’NİN DOKTORU
Edebiyat-ı Cedide’nin önde gelen adlarından Cenap Şahabettin, Askerî Tıbbiye’yi bitirdikten ve Paris’teki uzmanlık eğitiminden sonra, Mersin, Rodos ve Cidde’de karantina doktoru ve müfettiş olarak görev yaptı. Abdülhak Şinasi Hisar, onun Romanya’daki bir salgınının araştırılması için de görevlendirildiğini yazıyor.
Cenap Şahabettin ile genç yaşında ilk kez bir vapur yolculuğunda, kendi deyişiyle “abur cubur insanlar arasında” karşılaşan Yakup Kadri ise, doktorluğun “özveri” boyutunu göz ardı ederek, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda şöyle yazıyor:
“Karantina müfettişi mi? Hayretimi, şüphemi artırmak için bir bu eksikti. Gerçi, Cenap Şahabettin Bey’in doktor olduğunu işitmiştim ama, bu meslek hayatında Cidde gibi bir cehennem bucağına düşecek kadar gerilerde kalabileceğine ihtimal veremiyordum. O, benim nazarımda, Hac Yolu’nun bu bölgesinde vebalı, koleralı hastalara değil, ancak İstanbul’un kibar çevrelerinde nevrastenik hanımlarla lenfatik genç kızlara hekimlik edebilirdi.”
RIZA TEVFİK “TIBBİYE”YE GİRİNCE...
Rıza Tevfik ise, Galatasaray Lisesi’nden hocası Faik Bey’in, “Kat’iyen asker mektebine girme! Az zaman sonra kurşuna dizerler. Siyasî mektebine de girme, hukuka da girme, ağzından bir şey kaçırırsın, başına belâ açarsın, sürgüne gönderirler. Tıbbiye’ye gir” öğüdüne uyar. Gel gelelim, asıl muhalefet akımlarının boy verdiği, muhalif öğrencilerinin ya sürgün edildiği ya Avrupa’ya kaçtığı okuldur, Askerî Tıbbiye. İttihat ve Terakki Fırkası da ilk kez aralarında şair Abdullah Cevdet’in de bulunduğu dört öğrencinin girişimiyle orada kurulmuştur
Rıza Tevfik henüz on bir yaşında iken, babasının görevli bulunduğu ve “sıtma yuvası” olarak nitelediği İzmit’te annesini sıtma ve ardından gelen sarılık hastalığı nedeniyle yitirmiştir. Bundan çok etkilendiğini, birkaç “mersiye” (ağıt) yazdığını anılarında anlatır. Doktorluğu seçişinde bu acısı da bir etken olabilir. Okul arkadaşı Cenab Şahabettin’in aracılığıyla, o da Karantina İdaresi’nde doktor olarak göreve başlar. Genç Halide Edip’in ciğerlerini dinleyip, onda vereme değil, edebiyata “istidat” olduğunu saptayan ve onu bu yönde teşvik eden de Rıza Tevfik’tir.
En çok “filozof” olarak anılmayı seven, aslında “memleketçi” akımın en önemli şairi olan, dahası, tasavvuf ve edebiyat araştırmacısı, çevirmen, binici, jimnastikçi, siyasetçi de olan Rıza Tevfik, Sevr antlaşmasına imza koyanlar arasında da yer alır ve bu ona pahalıya patlar. Doktorluğunu Ürdün ve Lübnan’daki sürgünlük yıllarında da sürdürmüş, salgınlarla da uğraşmıştır.
EN YAKICI ŞİİR: “KIZAMUK AĞIDI”
Salgınların arkası cumhuriyet döneminde de kesilmedi. Veba bir daha görülmedi ama diğer salgın hastalıkların hikâyeleri pek çok edebiyat eserinde ve anılarda yer bulmuştur. Cumhuriyet döneminin sıtma ve verem hastalıklarına karşı oluşturduğu “dispanser”lerden de birçok doktor, mesleklerinin erken döneminde geçmişlerdir.
Çocukluğumuzda, önceki kuşakların baş belası çiçek ve tifo kollarımızda aşı izi bırakmakla kalmıştı ama aşısı yaygınlaşmamış kızamıktan hemen her çocuk yatağa düşerdi. Sonraki yıllarda ise, asıl adı kolera, resmî kod adı “ateşli bağırsak hastalığı” olan bir salgın zaman zaman ülkeyi yokladı.
Ceyhun Atuf Kansu, çocuk hastalıkları uzmanı olduktan sonra, Anadolu’da görev yaparken salgın hastalıklarla çok uğraştı, Köy Öğretmenine Mektuplar kitabında ve anı kitaplarında anlatır. 1951’de yayımlanan Yanık Hava kitabında yer alan “Kızamuk Ağıdı” şiiri ise yaşadığı tanıklıkların en çarpıcı örneği olarak derin izler bırakmıştır.
Aynı günde kızamıktan (aslında şartların yetersizliğinden) ölen çocukların adlarını anan dizeler, “salgın ritmi”ni anımsatırcasına birbirini izler: “Alilerin kızı Emineyi gördüm / Öldü... Yusufların Kadir öldü, emmisinin Durdu öldü / İkindiye doğru evlerine vardım / Gördüm Döne öldü, Ali öldü, Dudu öldü.”
Doğası açısından “optimist” (iyimser) olan ve Anadolu’nun güneşli bereketiyle bütünleşmiş şiirlere imza atmış olan Kansu, bu uzunca şiirinde yaşadığı çaresizliği ve kahrı dillendirir, dizelerini yine de bir çağrıya dönüştürür. Kansu, Enver Gökçe ve arkadaşlarının Ankara’da kurdukları Türkiye Gençler Derneği’nin girişimiyle Altındağ’da açılan ve ücretsiz sağlık hizmeti veren sağlık ocağının doktorluğunu da üstlenmişti.
SAĞLIK EMEKÇİLERİNE SELAM
Muzaffer Hacıhasanoğlu, Kansu’nun “hikâyeci ikizi” sayılır. Malatya’da SSK hastahanesinde görev yaptığı yıllarda çıkardığımız dergilere katkısı olmuş, bizlerle dostluk etmiştir. Onun da “verem savaş dispanseri” doktorluğundan geçmişliği var, hikâye ve romanlarında izlerine rastlanır.
Edebiyatçı olmaları, kimi doktorlara “edebi tanıklık” fırsatı sağlamıştır ama tıp düzleminde tüm doktorlar ve diğer sağlık emekçileri kendi mesleklerinin sanatını özveriyle yapma noktasında eş değerlidir. Karantina günlerinde hepsine bir selam göndermiş olalım…
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi