Sanatta Çukurova bereketi... Tahir Abacı'nın yazısı

Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney’in beslenme havzalarına vurgu yapılırken, dönem ile ortam diyalektiğinin arka planına ve onları var eden “moment”e de dikkat etmek gerekir.

Sanatta Çukurova bereketi... Tahir Abacı'nın yazısı
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 17.08.2020 - 00:08

1950’lerden sonra Anadolu’ya odaklanan edebiyatın merkezindeki “Üç Kemaller”in ikisi Çukurova kökenliydi. Bu üçlününün, Köy Enstitülü yazarlar eliyle kotarılan edebiyattan dünya görüşünden eser kurgusuna kadar uzanan belirgin farkları da vardı. 1970’li yıllarda ise Çukurova sadece Yılmaz Güney’in değil, bütün sinemacıların doğal platosu gibiydi. Çukurova bu adlarla anılır, ancak bu “beslenme havzası” ile dönem arasındaki diyalektik ilişkinin arka planı üzerinde de durmak gerekir.

DÖNEM VE ORTAM DİYALEKTİĞİ

Aslına bakılırsa, sadece sanat alanında değil, düşünce alanında da dönem ile ortam diyalektiğinin özgül sonuçlar doğurduğu durumlar var. Örneğin, “Antik Yunan” deyip geçtiğimiz bin yılları bulan uygarlık içinde, dönem felsefesinin dorukları sayılan Sokrates, Aristoteles ve Platon’un birbirine yakın yıllar içinde yaşamış ve birbirlerinden etkilenmiş olmaları, aynı dönemde edebiyatın da ivme kazanmış olması, bir denk düşmeyi, bir “moment”i akla getirir.

19. yüzyılda Almanya’da felsefenin, Fransa’da siyasal kapışmaların, İngiltere’de ekonomi-politiğin eşzamanlı yükselişi, yerel şartlar ile dönem diyalektiğinin yansıdığı evrensel bir “moment” olarak kabul edilir. Sanat düzleminde de örnekleri var, sözgelimi George Thomson, Avrupa’da burjuvazinin yükselmesiyle senfoni ve romanın (aynı dönemde ama farklı yer ve aşamalarda) gelişimi arasında bir paralellik buluyor.

KÜÇÜK TÜRKİYE MODELİ: ADANA

1926 yılında, Moskova’dan “eğitim”den dönen üç genci, gizlideki Türkiye Komünist Partisi “gidin, kurun, çalışın” talimatıyla Anadolu’ya yönlendirirken, İzmir, Eskişehir ve Adana illerinin seçilmiş olması da rastlantı değildi. Sanayiinin az çok geliştiği, kapitalizmin görece gelişme gösterdiği üç yöreydi buralar.

Adana’ya giden trendeki “Kasım Benekli” kimliği taşıyan, geçmişi Haliç tersanelerinde işçiliğe dayanan kişi, Adana’da en çok demiryolu çalışanları arasında ve pamuk işleme atelyelerinde zemin buldu.

Daha önce Spartakist bir grubun etkisiyle Mersin’de örgütlenmeler olmuş, Ata Çelebi sosyalist yayınlar yapmış, Adana’da işçi örgütlenmeleri denenmiştir. Kasım Benekli, gerçek adıyla İsmail Bilen, popüler adıyla Laz İsmail, bir süre sonra çelişkiler yaşadığı merkez tarafından geri çağrılır ama Adana’daki örgütsel etkinlikler sürer.

Adana, siyasal etkinlikler açısından küçük bir Türkiye modeli gibidir. Sözgelimi, “Serbest Fırka” yıllarında, Avukat Abdülkadir Kemali de Adana’da “Ahali Cumhuriyet Fırkası”nı kurmuş, Ahali gazetesini çıkarmış, CHP yönetimine karşı, liberal / popülist çıkışlar yapmıştı. Ancak baskılar artınca Lübnan’a gitmek zorunda kaldı, parti ve gazete kapandı.

Çocuklarından Raşit, bir süre sonra Adana’ya geri döndü ve şehrin namlı futbolcuları arasına girdi. Askerlik yaptığı sırada, Nâzım Hikmet ve Maksim Gorki kitapları bulundurduğu gerekçesiyle tutuklandı, bir ara Bursa cezaevinde Nâzım Hikmet ile birlikte yattı. Onun “Şiiri bırak, hikâye yaz” tavsiyesine uydu ve Orhan Kemal adıyla ünlendi. Cezaevi sonrası Adana’da çeşitli işlerde çalışırken, bir yandan da edebiyat alanında yol alma çabası içindeydi.

“DÜNYA GÖRÜŞÜ”NE GİDEN YOLLAR

Aynı yıllarda, çocuk yaşta babasının öldürülüşüne tanık olmuş Kemal Sadık adlı genç Kadirli’de, çeşitli işlerde çalışmayı deniyor, sonraları arzühalcilikte karar kılıyor, ayrıca halk kültürü derlemeleri yapıyor, hikâyeler kaleme alıyordu. Kendi anlatımına göre, rahat bıraksalar ömrünü belki de oralarda “arzühalci” olarak tamamlayacaktı. Ayrılmak zorunda kalınca, gazeteciliğe ve edebiyata yöneldi, Yaşar Kemal adıyla ünlendi.

Her iki yazar, ilk hikâye ve romanlarında “kendi hayat hikâyesinden yola çıkma” kuralını bozmadılar, yaşadıklarını anlattılar. Ancak her iki yazar da kendilerinde bir “dünya görüşü” oluşturan sürece pek değinmediler, arka planı örtük geçtiler. Orhan Kemal’in Baba Evi ve Avare Yıllar romanlarında, etkilendiği “bilinçli işçiler”den söz eder, bunların bir örgütlülüğe dahil oldukları sezdirilir. Yaşar Kemal ise, kimi yazılarında ve dolaylı olarak romanlarında 1950’deki dört aylık mahpusluğundan, yaşadığı baskılardan söz eder.

“MAKRO” BAKIŞIN ÖNEMİ

Şimdi 1946 yılına gidelim. O yıl, yasal değişikliklerden güç alarak iki legal sosyalist parti kurulmuştur. Arif ve Abidin Dino’nun da yeğeni olan Rasih Nuri İleri, Şefik Hüsnü önderliğinde kurulan partinin Adana il yönetiminin oluşmasında görev alır. Yıllar sonra, döneme ilişkin hazırladığı kitapların önsözlerinde, o dönemden söz ederken, Adana’daki gizli ya da açık sol örgütlenmeler içinde Orhan Kemal ve Yaşar Kemal’in de yer aldıklarını belirtir.

İki Kemal, Adana’nın ve Çukurova’nın toplumsal yapısının çatısını oluşturduğu romanlarını, yerleştikleri İstanbul’da boyutlandırdılar. Orhan Kemal’in Adana merkezli anlatıları, krizlerin yoksulları daha da yoksullaştırdığını, orta sınıfın önemli bir kesimini de yoksullar arasına kattığını, buna karşılık sermayenin giderek tekelleştiğini dile getirir.

Yaşar Kemal ise, feodaller arası vuruşmaları kısmen idealize etmekle birlikte, Çukurova köylüsünün durumunu, pamuk toplamada yaşanan sorunları, bürokrasi ile halk arasındaki çelişkiyi anlatırken çarpıcı bir gerçekçilik düzeyi sergiler. Onun romanlarında “makro” bakışla bütün Çukurova doğası bir roman kişisi değeri verilerek ve insan gerçeğiyle sürekli gelgitler içinde yer tutar.

İSYAN ESTETİĞİ

Hemşehrisi iki yazarla benzer bir bütünsellik içinde ürün veren Yılmaz Güney’de edebiyat da uğraş alanı olmakla birlikte, bilindiği üzere sinema ağır basar. O, “Adanalı / külhanbeyi” tipini sinemanın içine taşıyarak sarmal bir ilişki kurar, sadece siyasal / düşünsel temelde değil, estetik bilinciyle de bu miti kırmaya çalışır. O, eskaza boşluk bulmuş taşralı değildi. Kabadayı hikâyelerini, kovboy kırması eşkıya filmlerini kendisinin modalaştırdığını kabul eder, ancak günahı sonradan başkalarının sürdürdüğünü ekler, böylece kendi aşkın konumunu vurgular.

Yılmaz Güney’in dönüm noktasını “kökene dönüş” niteliğindeki Umut filminin oluşturması ilginçtir. Kökene dönüş, sadece coğrafya (Çukurova) anlamında değil, birçok anlamda gerçekleşir: Kabadayıdan ‘düz’ insana, özentiden doğala, mitten gerçeğe, “artık değer”den pay alıştan emekçi insana...

Bu tarihten sonra Çukurova Yılmaz Güney’in doğal platosu haline gelir. Nitekim onu emeğinden koparan tatsız olay da orada gerçekleşti. Böylece yazının başına dönebiliriz, bu Çukurova destancılarının hangi “arka plan”dan geldikleri gerçeğine...


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon