Umberto Eco’nun öncülüğünde “Ortaçağ”
Umberto Eco’nun editörlüğünde hazırlanan “Ortaçağ”, dönemin tarihi duraklarını, düşünce ve sanat ortamını, bilim ve teknikteki gelişmelerini, edebiyat ve tiyatro eserlerini ve müzik anlayışını pek çok ayrıntıyla ele alıyor. Kitap, bu zaman diliminin hikâyesini anlatırken Ortaçağ’ın ne olup olmadığını ilginç örneklerle açıklıyor.
Günah keçisi bir çağ
Hepimizin düştüğü bir hata: Bir olay, kişi, herhangi bir durum ya da zaman dilimiyle ilgili kısa yoldan “fikir” yürütmek. Yarım bilginin, önyargı ve kanıların sokağında gezinmek, bizi kestirmeden sonuca ulaştırıyor gibi görünse de onları düzeltmek hayli vakit alıyor. Üstelik bu sokağın zemini genellikle kaygan. Önyargıyı yargı, kanıyı bilgi diye ortalığa sürmek, bir bilinç yaratmaktan çok onun oluşumunu engelliyor.
Tarih, böyle toprak kaymalarıyla, tökezlemelerle, bilginin yerine geçen kanı ve kanaatlerin “doğru” veya “haklı” diye satılışıyla dolu. Bir şeyin ne olduğunu bilmek ve anlamak için belki de tersten ilerlemek gerek. Umberto Eco’nun, uzun zaman günah keçisi ilan edilen, hemen kanı ve kanaatlerle paketlenip oldubittiye getirilen Ortaçağ’ı anlamak adına tercih ettiği yöntem bu.
Günümüz Avrupası’nı Avrupa yapan bu döneme ilişkin, kimi kanı ve kanaatler, o dönemin gerçekliğiymiş gibi hemen herkesin kafasına kazınmış durumda. En azından çok yakın bir geçmişe kadar böyleydi. Neyse ki dünyanın her yerinde Ortaçağ üzerine kapsamlı çalışmalar yapanlar var da söz konusu kabuk bir hayli kırıldı.
Eco’nun editörlüğünü üstlendiği Ortaçağ adlı kitap, adı geçen dönemin bu anlamda kazısına girişiyor. Alanında uzmanlığı tartışma götürmeyen yazarlar da her bölümde Ortaçağ’ın ne olup olmadığını anlatmak için tarihin hem bilinen hem de kenarına köşesine sıkışmış bilgi ve belgelerle karşımıza dikiliyor.
ECO’NUN SORULARI
Eco, fazla rol çalmadan ama meselenin hayati birkaç noktasına dokunarak sözü yazarlara bırakıyor. Az önce bahsedilen Ortaçağ’a dair kanı, kanaat ve önyargılar, bu konuya yıllarını veren Eco’nun açıklamak zorunda hissettiği bir takım durumlar olduğunu gösteriyor. Öncelikle klişelere ve üstünkörü kitaplara takılmış, oralardan Ortaçağ’la ilgili kimi “bilgiler” enjekte edilmiş kişilere bir önerisi var: Zihninizi boşaltın.
Ondan sonra da Eco şu sorulara kulak vermemizi istiyor: “Ortaçağ ne değildir?”, “Ortaçağ’dan bize ne kaldı ve bu kalanlar güncel mi değil mi?” ve “Ortaçağ, yaşadığımız dönemden ne anlamda farklı?”
Aslında bu sorular, kitabın tamamını ilgilendiriyor. Çünkü bütün bölümler belli yanlışları düzeltmek, bilgi ve belgeye dayanarak Ortaçağ’a dair kösnül anlayışın yerine doğrusunu (ya da gerçeğini) koymaya çabalayan yazarlarca kaleme alınmış.
Editör Eco ve yazarlar, ilk önce Ortaçağ’ın bir yüzyıl olmadığında hemfikir. Yüzyıllar toplamı Ortaçağ, içinde pek çok farklı Ortaçağ’ı barındıran bir dönem. Hem de hayli uzun bir zaman dilimi. Üstelik yalnızca Batı’yı değil, Doğu’yu (Doğu Roma’yı) da kapsayan (ve ilgilendiren) bir dönem. Felsefi, bilimsel, askeri, kültürel ve sosyal anlamda bir dolu coğrafyanın kaynaştığı, ayrı düştüğü ve birbirinden etkilendiği Ortaçağ’ı sadece Hıristiyanlığın penceresinden bakarak değerlendirmek ve “karanlık” diye nitelemek, Antikçağ’dan alınıp Rönesans ve Aydınlanma’ya aktarılanları bir çırpıda silmek anlamına da geliyor. Elbette Kilise Babaları’nın baskınlığı yadsınamaz ama gerek dilden gerek kültürel alışverişten doğan etkileşim de aynı oranda dikkat çekici. Hatta tüm keşmekeşe rağmen Ortaçağ’ın büyük entelektüeller yetiştirdiğini de bir kenara not etmek lazım. Zaten kitabın hemen her bölümü, bize uzun uzun listelerle bunları tanıtıyor.
Ortaçağ’ın hastalık, yokluk, büyük savaş ve kıyımlarla dolu olduğunu kimse göz ardı edemez. Ama tüm bunların ileriki dönemlerde geliştirilecek icatların ilk örneklerinin (prototiplerinin) yaratılmasını sağladığını gösteren örnekler de kitapta mevcut.
“VAHİY” VE BİNYILCILIK
Ortaçağ da kendinden önceki ve sonraki çağlar gibi keşiflerle örülü. Özellikle denizcilik ve savaş araç gereçleri öne çıkıyor. Eco ve yazarların da hatırlattığı gibi 1000’den sonraki dönem “ilk endüstri devrimi” diye adlandırılıyor. Bu ve benzer adlandırmalar bile “karanlık” nitelemesini bir kenara bırakmak için teknik kanıtlar şeklinde sunulabilir. Zanaatkârlık ve kent burjuvazisinin atılımı, üniversitelerin kurulup oralarda (Petrus Abelardus, Albertus Magnus, Roger Bacon ve Thomas Aquinas gibi) önemli isimlerin ders vermesi, üniversiteye yakın merkezlerde çoğaltılan elyazmalarının kentlere yayılması ve sanatçıların kilise ile manastırların dışına taşması da cabası.
Eco’nun bir notunu aktarmadan da olmaz: “Eğer Ortaçağ, skolastik sınıflandırmalar yoluyla kararlaştırılan bir dönemse Nicolaus Casanus, Marsilius Ficnus ve Pico della Mirandola gibi filozoflar Ortaçağ’a aittir ve çok titiz olmak gerekirse Aristoteles, Rotterdamlı Erasmus, Leonardo, Rafael ve Luther de Ortaçağ’da doğmuştur.”
Ortaçağ’ın kültürel anlamdaki zenginliğini besleyen bir başka gösterge ise Eco’nun da belirttiği gibi hiç de yadsınamayacak ve elyazmalarına ulaşmak adına kilometrelerce yol gidilen bilgi açlığı. Sadece âlimlerin yaptığı yolculuklar değil elbette; keşişler, kâşifler ve meteliğe kurşun atanların bile uzun seyahatlere çıktığını, özellikle o döneme ait edebi eserlerden öğreniyoruz.
Ortaçağ’la ilgili bir başka önyargı, döneme tamamen katı ve duyarsız bir mistikliğin egemen olduğuna dair. Yine şiirler, romanslar, müzik eserleri, karnaval ve figüratif yapılar, bahsedilen önyargıyla ters düşüyor.
Ortaçağ’da “vahiy”in etkinliğini anlamak içinse yoğun coşku ve yıkıntıları eşelemek gerekiyor ki bunu, kitabın “Tarih” bölümü yazarları enine boyuna yapıyor. Eco’nun buradaki dipnotu ise dini yorumların sulandırılıp sapkınlığa uzanmasının altında “binyılcılığın” yatışıyla ilgili. 1000’i dönüm noktası kabul eden; tüm yıkım ve mutlulukları bununla başlatan kilise, “vahiy” sayesinde ve onun bulandırılan yorumlarıyla “her şey yapılabilir” türünden eylemlere girişir. “Vahiy”le Altın Çağ arasında sanal bir bağ kurulur. Kehanet ve hurafeler de işin içine girince anarşist-mistik hareketler ete kemiğe bürünür. Eco’nun, kitabın ağırlık merkezlerinden biri olan şu belirlemesi önemli: “Bu çağ, bir yandan tarih duygusunu ve geleceğe, değişime doğru bir hareketi geliştirirken diğer yandan yoksul kesimin büyük kısmının ve tabii manastırlardaki ruhban sınıfının, ebedi mevsim döngüsüne ve gün içinde ibadet saatlerine -sabah duası, şafak duası, erken sabah duası, sabah ortası duası, öğlen duası, öğleden sonra duası, akşam duasına ve son duaya- göre yaşadığı bir çağdır.”
İMGESEL VE KAMUSAL SANAT
Ortaçağ’la beraber tarihin yeniden yazılmaya ve yorumlanmaya başladığı bir gerçek. Üstelik bu çağda bir parçalanmadan ya da bozulmuş parçalardan belli yapılar inşa edildiği de unutulmamalı. Aktarımlar, keşifler ve etkileşimlerle Ortaçağ, bol aktörlü biçimiyle de dikkat çekerken kitabın yazarları özellikle bunu göz ardı etmememizi istiyor.
Binyılcılık krizi ve “vahiy”in yorumlanışındaki açmazları paranteze aldığımızda Ortaçağ’ın düşünsel dünyasındaki zenginliği keşfedebiliriz. Eco’nun deyişiyle klasik miras yeniden özenle incelendiğinde Ortaçağ’daki felsefi durgunluk yerini hareketlenme ve gelişmeye bırakır. Bu da sonraki dönemlerin habercisi olur. Ama unutulmamalı ki Ortaçağ’ın söz konusu düşünsel hareketliliğini ve anlamını kavramak sabırlı bir incelemeyle başarılabilir. Aynı şekilde bu dönemin bilim ve tekniğinin damarlarında gezinmek için üniversitelerin kuruluşunu, devasa kütüphanelerin varlığını, İskenderiye ekolünü, manastırlardaki eğitim ve kültür ortamını ve Araplarla Avrupalıların bilimsel alışverişini pür dikkat takip etmek gerekir.
Ortaçağ’daki sanat yaklaşımı da benzer bir ilgiye ihtiyaç duyuyor. Eco’yla beraber çalışan yazar kadrosu, bu çağın sanatının belkemiğini Hıristiyanlığın oluşturduğunu söyler ama Antikçağ’la bağlantının da es geçilmemesi gerektiğine atıf yapar. İmgesel anlatımın bolluğu yanında kamusal tarafı, Ortaçağ sanatının belirleyici yönü. Valentino Pace’ye kulak verelim: “Hıristiyan sanatının temellerinin kaçınılmaz olarak dayandığı sosyokültürel bağlam, dini ve seküler işleve sahip kamusal yapılardan oluşan bir sistem öngörür; sanat hamileriyle inananlar arasındaki temel iletişim ihtiyacı bu bağlamın kendini ifade şekli ve ritüellerine dayanır.”
Konuyu daralttığımızda, Ortaçağ sanatının “mesaj” taşıyan eserleri müzikte de görülüyor. Müziğin Tanrı’ya teşekkür enstrümanı olarak kullanılması buna örnek olarak verilebilir. Aynı şekilde müzikle birlikte icra edilen dans, günahtan arınma aracıyken ironik biçimde kendini teşhir aracı olarak da algılanır.
ÇELİŞKİLERİ GİZLEME EĞİLİMİ
Tüm bunları alt alta topladığımızda elimizde ne var? Öncelikle Ortaçağ uzak bir dönem değil. Çünkü Eco’nun da belirttiği gibi hâlâ onun mirasını kullanıyoruz. Pek çok bilimsel, tıbbi ve teknik mirasın yanında örneğin hükümet konakları bile Ortaçağ’dan günümüze hediye. Yine aynı şekilde bir dolu icat da öyle: Kâğıt, şömine, giysiler, satranç, gözlük ve pencere camı…
Ortaçağ’ın hayal gücü de dikkat çekici. Bu anlamda dönemin insanlarının yaşadığı ortamın tasviri de önemli; Eco bu noktada bize yardım ediyor: “Ortaçağ insanları anlamlarla, atıflarla, üst anlamlarla dolu, Tanrı’nın her yerde göründüğü, doğal dünyasında simgesel bir dilin konuşulduğu, aslanların sadece aslan olmadığı, cevizlerin sadece ceviz olmadığı, hipogriflerin aslanlar kadar gerçek olduğu (çünkü daha üstün bir hakikatin varlığına inanılırdı), tamamı Tanrı’nın eliyle yazılmış gibi görünen bir dünyada yaşıyordu (…) Ortaçağ insanı, dünyayı dolduran bütün unsurlara -taşlara, bitkilere, hayvanlara- mistik bir anlam yükler.” Bunun anlamı açık: Doğrudan erişilemeyen Tanrı’nın simgeler yoluyla iletişim kurması. Yeni Platonculuk ve Kutsal Kitaplar sağ olsun.
Eco’nun deyişiyle “çelişkileri gizlemeye eğilimli” Ortaçağ, düşünce dünyasında da büyük oranda mükemmelliği ifade etmeye; hemen her şeyi “Tanrı’nın gözünden göstermeye” uğraşır. Ancak şu mimin koyulması zorunlu: Ortaçağ’da kesin yenilgi veya zaferi görmek pek mümkün değil. Zaten o yüzden Eco “karanlık çağ” klişesi ya da nitelemesine soğukkanlı yaklaşıyor.
Eco’nun editörlüğünde hazırlanan (ve birkaç cildi de yolda olan) yapıt, her şeyden önce bir kültür kitabı. Dolayısıyla ayrıntı denizinde boğuluyormuşsunuz gibi gelse de gerçekte Ortaçağ’a dair sarsılmaz görünen duvarlardan tuğlalar çekmeye yardımcı oluyor. Yazarlar herhangi ucuz bir savunma refleksine girmeden kendilerine ait bölümlerde, Ortaçağ’ın bir ara dönem ya da geçiş süreci olmadığını, aksine ardından gelen zaman dilimini etkileyişini ve kişilerin ufkunu nasıl açtığını somut ve nesnel biçimde göstermeye uğraşıyor.
Kitapta anlatılanlar bize alttan alta, Ortaçağ’a tek bir anlayış ve merkezden bakmamak gerektiğini söylüyor. Yani Eco ve yazarlar, Ortaçağ’ın çok yönlülüğünün, bilgiler yerine kanıların ve kanaatlerin etrafında gezinerek dogmalara mahkûm edilmemesi dileğinde bulunuyor. Böylece hem Eco hem de yazarlar, Ortaçağ’a ilişkin bir bilinç oluşturmaya çalışıyor.
alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr
Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar/ Editör: Umberto Eco/ Çeviren: Lale Tonguç Basmacı/ Alfa Yayınları/ 936 s.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!