Lena, Leyla ve Diğerleri

Lena, Leyla ve Diğerleri

22.11.2025 15:45:00
Güncellenme:
Güven Baykan
Takip Et:
Lena, Leyla ve Diğerleri

“Giyindim / Üst üste / Bir ben vardı içimde / Matruşka bebekler gibi…” Daha perde açılır açılmaz oyun beni oraya, bir kadının içinde üst üste duran benlerin yanına çekti. Hani bazen bir insanı tek bir isimle çağırırsın ama içinde o isimden fazlası vardır ya… Lena, Leyla ve Diğerleri tam da bunu sahneye taşıyor. Tek bir hikâye değil; aynı bedende çoğalan, birbirine karışan, bazen kavga eden bazen dayanışan kadın hâlleri.

Sahnedeki akış, bana bir iç koridor gibi geldi. Kapı açıyorsun, içeriden başka bir kapı çıkıyor. Bir yüz, sonra onun altından başka bir yüz. Matruşka bebek benzetmesi oyunun sadece şiirî süsü değil; rejinin ve oyunculuğun da dili. Dışarıdan bakınca topluma “uygun” görünen kabuk, açıldıkça içerde biriken korkular, öfkeler, alışkanlıklar, anılar… ve tabii “diyemediğimiz hayırlar.” O “hayır” meselesi oyunun tam göbeğinde duruyor. Hayır demekle diyememek arasındaki o ince çizgi var ya; işte oyun o çizginin üstünde yürüyor. Üstelik düşmeden.

Ayşen İnci’nin rejisi bana şunu hissettirdi: Bu metni düz bir anlatı gibi ele almamış. İçerdeki kargaşayı bir ritme dönüştürmüş. Bir an sakinlik geliyor, hemen ardından içerden bir başka ses fırlıyor; bazen aynı cümleyi başka bir ben tamamlıyor. Hayat gibi… Dışarıda ayakta durmaya çalışırken içeride başka bir yer çöker, sonra bir yer toparlanır. O iniş çıkışlar sahnede mekanik değil, canlıydı. Ben de ister istemez kendi iç seslerimi yokladım; oyunun en iyi yaptığı şeylerden biri buydu zaten: seyirciye uzaktan bakma şansı bırakmıyor, içeri çağırıyor.

Filiz Demiralp’i izlerken şunu düşündüm: Bu oyun tek bir karakteri “oynamak” oyunu değil. Bir bedenin içinde dolaşan hâlleri taşımak meselesi. Demiralp bunu iyi tutmuş; bir ben’den ötekine geçerken karikatürleşmeden, “bak şimdi değişiyorum” diye bağırmadan, doğal bir akışla ilerledi. Lena bir yerde kırılgan, bir yerde keskin, bir yerde çocuk, bir yerde yaşlı… ve hepsi aynı anda gerçek. Ben sahnede bir oyuncunun maharetini izlemekten çok, bir insanın içinde dolaşan hayatı izliyormuşum gibi hissettim.

Bir de şunu sevdim: Oyun kadını yalnızca acının içine kilitlemiyor. Evet, baskı var; yaşadığımız coğrafyanın gölgesi her yerde. Ama oyun şunu da gösteriyor: Kadınlar sadece yaralanmıyor; aynı zamanda hayatta kalmanın yollarını da buluyor. Bazen mizahla, bazen inatla, bazen geri çekilip doğru anı kollayarak… İçerdeki çatışma bir yıkım olduğu kadar bir savunma biçimi de olabiliyor. “Giyindim üst üste” dediğinde, bu bazen yük, bazen zırh.

Oyunun sonunda kendimi şu soruyla baş başa buldum: Bir bedenin içine kaç ruh sığar? Ve hangisi gerçekten kendi sesiyle konuşur? Lena, Leyla ve Diğerleri bu soruyu seyircinin avucuna bırakıyor. Cevabı hazır vermiyor. Belki de o yüzden etkisi uzun sürüyor. Salondan çıkarken herkes kendi matruşkasını elinde taşıyordu sanki; kimimiz dış kabuğa bakıyordu, kimimiz içte hangi yüzün kaldığını düşünüyordu.

Kısacası ben bu oyunu izlerken “bir kadının hikâyesi”ne değil, “kadın olmanın iç haritası”na baktım. İçerdeki düzenle dışarıdaki düzenin çarpışmasını, hayırların boğazda düğümlenişini, başkaldırının ve boyun eğişin aynı bedende nasıl yan yana durabildiğini gördüm. Ve tiyatronun o güzel tarafını yeniden hatırladım: sahnede birini izlerken, kendine dair bir kapının açılması. Bu oyun o kapıyı açıyor.

İlgili Konular: #Tiyatro