Mehmet S. Aman'dan yetkin öyküler: 'Mezarlıkta Piknik'
21.15 Treni adlı ilk öyküsü 2014’te, öykülerinin yanı sıra şiirleri de Mehmet Sadık adıyla pek çok yetkin yayın organında yayınlanmaya devam eden Mehmet S. Aman’ın sevgili teyzesi Ayşe Taş’a adadığı ilk kitabı Mezarlıkta Piknik, Cumhuriyet Kitapları tarafından okuyucularla buluşturuldu. Mehmet S. Aman ile söyleşimize yazına ilk adımlarını, sinesinden ve memleketi Mersin’den öykülerine doğrudan ve dolaylı yansıyanları ve esin kaynaklarını sorarak başladık. Ve ana temalarıyla devam ettik ki ne! Yalnızlık, iş, aş, gelecek kaygılarıyla iç içe bir gerçekçilikle ve varoluş sancılarıyla adeta düello edercesine gelişen öykülerine taşıdığı içimizden, yalın insanların savaşımını... Toplumsal gerçekçi bir düzlemde köyden kente gelip kaotik bir düzenin her anlamda karmaşaya mahkûm ettiği tutunmaya gayret eden, bıkkınlık ile umut arasında bir sarkaç gibi gidip gelen o geçim dertli insancıkları... Yurduna hakkıyla dikkat kesildiği, toplumsal ayrışmalar, bölünmüşlük, siyasetle organize demagog manipülasyonun bedellerini... Trajikomik perdede yer yer başını uzatan ve öykülerinin gücünü perçinleyen ince mizahı, derin hüznü... Kadim ve yakın tarihe ilgisini... Ve kaleminin yatkın olduğu ve kimi çağrıştırdığı o büyülü gerçekçi uzamı konuştuk. Mezarlıkta Piknik, Mehmet S. Aman’dan yetkin bir ilk kitap ve gelecek bir o kadar yetkin öykülerin de habercisi.
‘ÖYKÜ İNSANLARIN DERTLERİNİ
ANLATTIĞIM EŞŞİZ VE SONSUZ
BİR YOLCULUK!’
- Öykü aklına ilk nasıl düştü, bu alana nasıl yüreklendin? Oldum olası öykü senin için neler ifade etti/ediyor?
Beni okumaya ve yazmaya yüreklendiren, ilk olarak ortaokuldaki Türkçe öğretmenimdi. Aileme, beni hep bu yönde desteklemesi gerektiğini anlattığını hatırlıyorum.
Kitaplardaki okuma parçalarını hep bana okuturdu. Bir kere, “Güzel okuyorsun, böyle devam edersen güzel de yazarsın” demişti. O sözden yaklaşık 12-13 yıl sonra, Adana’dan Mersin’e yol alan eski bir vagonda yazdım ilk öykümü.
Sonrasında kendi internet siteme yükledim ve her şey orada başladı. Arkadaşlarım önce çok şaşırdılar, “Bunu sen mi yazdın?”, “Nasıl yazdın?” gibi sorular duydum. Beğenildi ve desteğe dönüştü. Hatta “Okuyunca kendimden bir parça gibi hissettim” diyenler oldu, bu beni daha da yüreklendirdi ve peyderpey yazmaya başladım.
Bu toprakların ozanlarının buluştuğu bir nokta vardır: Yunus Emre, “Ben bir usanmaz ozanım/ Derdim var inilerim”; Âşık Veysel, “Anlatmam derdimi dertsiz insana/ Dert çekmeyen dert kıymetin bilemez”, Karac’oğlan da “Karac’oğlan der ki her gün ağlarım/ Eski dert üstüne dertler bağlarım” der.
Ben yazarken -öykü, şiir ya da deneme- hep bu ülküye sadık kalmaya çalıştım, çalışıyorum. Derdim var, yazıyorum, anlatıyorum. Öykü benim için insanların dertlerini anlattığım eşsiz ve sonsuz bir yolculuk.
Fotoğraf: Vedat Arık
‘ÖYKÜLERİMDE MERSİN HEP
BİR YERDEN ÇIKACAK!’
- İç içe sorarak devam edersem; sinenden ve memleketin Mersin’den öykülerine doğrudan ve dolaylı yansıyanları esin kaynaklarınla birlikte sorsam neler söylersin?
Öykülerinde yaşamından ne gibi izler bulmak olanaklı? Doğrudan kendi yaşamından, anılarından esinle kaleme aldığın öykülerin hangisi/hangileri?
Ve neden sevgili teyzene adadığın kitabını adını Mezarlıkta Piknik koyduğunu anlatır mısın aynı adlı öykünü de anarak?
Kitapta benim yaşamımdan kesitler bulmak mümkün. Ancak bu tüm kitaba yayılmıyor. Doğrudan kendi yaşamımdan, anılarımdan esinlendiğim ve kaleme aldığım Ormancı, Mezarlıkta Piknik ve Zeus’un Kızı’na Sayıklamalar’da doğrudan izler var. Ama her öykünün kendine ait bir evreni, bir atmosferi var.
Yalnızca düş dünyamdan yansıyanlar da var bir kitaptaki bir cümlenin yarattığı duygu aktarımı da. Ve Mersin, doğduğum, büyüdüğüm şehir. Hakkınca anlatılmadığını düşündüğüm, kimsesiz, sahipsiz şehir. Öykülerimde Mersin, hep bir yerden çıkacak.
‘KİTABIMI ERKEK ŞİDDETİNE MARUZ
KALMIŞ BİNLERCE KADINDAN BİRİ
OLAN TEYZEME ARMAĞAN ETTİM’
“Mezarlıkta Piknik” öyküsü de teyzemin yaşamını yitirmesinden sonra yazdığım bir öyküydü. Erkek şiddetine maruz kalmış binlerce kadından biriydi teyzem. Birden değil, ıstırap çeke çeke öldü.
Cenaze sürecinde, teyzeme o güne değin hiç hediye almadığımı, gönlünü bir gün olsun hoş etmediğimi fark ettim. O dakikadan sonra yapabileceğim tek şey, yazmaktı. Yazdım ve ona armağan ettim. Şu an bana gülümsediğini ve sarıldığını hissedebiliyorum.
Mezarlıkta Piknik ve Oklava öykülerini, günümüz Türkiyesi’nin en büyük sorunu olan şiddet ve erkek şiddeti meselesine ilişkin kaleme aldım. Oklava öyküsü de yazı işlerinde editörlük yaptığım sıralarda önüme gelen bir haberden yola çıkarak yazıldı…
Öykünün ve kitabın adına gelecek olursak, ölüm herkeste farklı bir etki yaratıyor. Bendeki yansısı dinmeyen bir metanet duygusu, dışa vuran bu duygunun tanımlaması diyebiliriz “Mezarlıkta Piknik” adı. Okuyucuların bunun tam, somut nedenini kitabı okuyunca öğrenmeleri adına bu kadar söylemekle yetineyim.
Fotoğraf: Vedat Arık
‘ÖYKÜLERİM KISA ÇÖPÜ ÇEKENİ
ANLATAN, OMUZ VEREN TARAFTA!’
- “Süt Parası Bilet Parası”... Yalın insanların cebelleştiği yalın gerçekler… Köyden kente gelip kaotik bir düzenin karmaşaya mahkûm ettiği rutinde sıkışanlar, hayatta sıkışanlar…
Sabırları tükenen, gayretleri azalan, o rutinde ayağını sürterek ve heyecanı yitirerek yola devam etmeye çalışan geçim dertli insancıklar…
Gün ne diyor onlara ve yarın nelere çağırıyor / vaat ediyor? Öykülerinin içimizden, şuradan çıksak bir tanesine rastlayıvereceğimiz insancıklarını anlatır mısın?
Mağrur, azın kıymetini bilen, çokta gözü olmayan, sebat etmeyi görev bilen, saygıyı ve nezaketi yüreğine mıh gibi çakan ve bu yüzden bu neoliberal ve bireyci toplumda var olamayan insanların yaşama savaşımı…
Dünün de bugünün de yarının da kavgası bu: Adalet. Er ya da geç kısa çöpün uzun çöpten hakkını alacağını umut eden insanların yazgısının anlatımı… Ve öykülerim bu kavgada, kısa çöpü çekeni anlatan, omuz veren tarafta.
- Sesleniş, Tanrıya.: Yola devam etmenin, bıkkınlık ile umut arasında bir sarkaç gibi gidip gelmenin öyküsü… Ve iç sorguların alayı… Ve…? Ne der, ne ekler yazarı?
Ve insanın anlam arayışı… Ve var olmanın yoksunluğu… Ve riyakârların, nezaketsizlerin, saygı denen kavramdan bihaberlerin toplumdaki mevcudiyetinin çokluğuna şaşkınlığı… Ve kötülüğün övünülecek bir şey olma haline gelmesine içten bir haykırış… Ve sevgisizliği, insanların mutsuzluğunu dileyenlere tenkit…
‘YALNIZLIK, İŞSİZLİK, AŞSIZLIK
KADER DEĞİLDİR. KİTABIM BUNLARI
KADER OLARAK GÖRENLERE
BİR AÇIK MEKTUP!’
- Yalnızlık, iş, aş, gelecek kaygılarıyla iç içe bir gerçekçilikle ve varoluş sancılarıyla adeta düello edercesine gelişiyor öykülerin. Yanılmadıysam eğer açar mısın?
Bu toprakların en büyük dertlerinden değil midir yoksulluk? Beni bu uçsuz bucaksız deryaya sürükleyen de yine bir yoksulluk öyküsüydü. Türk öykücülüğünün yaşayan en büyük kalemlerinden Osman Şahin’in “Kırmızı Yel” öyküsüydü. Yoksul bırakılan, işsiz, aşsız, eğitimsiz bırakılan halkın, biçareliğinden hurafelere itilmesinin öyküsü…
Dolayısıyla yanılmıyorsunuz. “Yalnızlık da, işsizlik de, aşsızlık da gelecek kaygısı gütmek de bir kader değildir” demeye çalıştım öykülerimde… Bunları “kader” görenlere, halkı aç ve açıkta bırakmayı, sosyallikten uzak yaşatmayı, adaletten yoksun bırakmayı iş edinenlere bir açık mektup yazmak istedim.
‘İYİMSER OLMAYAN UMUT HANCISIYIM!’
- Halı: Vicdan muhasebeleri, çocuk dünyalar… Öykülerinin mutlu sonlarla arası nasıl diye sorsam?
Çok sevdiğim, yalnızca iki kitaplı ve Silifkeli bir şair vardır, Turhan Oktay. Şöyle der: “kurşun bize adanmış ölüm bize vergili/ kanla kardeş olduk kan kardeş değil.” Açıkçası, bunca yoksulluk, açlık, şiddet, adaletsizlik, ölüm varken çok da iyi değildir öykülerimin arası mutlu sonla. Dert anlatıcısıyım malum… Sarsıcı, acı ve beklenmedik. Ben biraz “iyimser olmayan umut” hancısıyım. Bir şeylerin düzeleceğine elbette umudum var ama bu yol papatya bahçeleriyle bezeli “duble” bir yol değil.
Halı öyküsü de bunca kötülüğün arasına sızan, mutlu sonla biten bir öykü. Toplu sünnet törenlerini bilirsiniz. Ben de o kurbanlardan biriydim. Mersin’deki Çocuk Esirgeme Kurumu’nda sünnet edilmiştik. Yüzlerce anne babalı çocuk, onlarca anne babasız çocuğun gözü önünde, müthiş bir mutlu aile tablosu…
Öksüz ve yetim bir çocuğun, soğuk, taş zemine yalınayak basan bir çocukla göz göze geldiğimi hatırlıyorum. Hiç aklımdan çıkmadı. Bu öykü, öyle bir anda ortaya çıkmıştı. Sözün özü, evet yaşamda mutlu anlar da yok değil…
Fotoğraf: Vedat Arık
İZAHI OLMAYAN MİZAHI!
- “Aeris? Mercenarius!”... Salyangozla metaforlaşan akıcı bir düzlemde demokrasi, açıkgöz tiranlık, salgın, politikanın beter bir o kadar da riyakar ayak oyunları ve tipleri…
Toplumsal ayrışmalar, bölünmüşlük, siyasetle organize demagog manipülasyonun gücü satırlar arasında kol geziyor adeta. Mizahın trajikomik perdede kendini belli etmesi de öykünün gücünü perçinliyor.
Yurduna hakkıyla dikkat kesildiğin bu temaların kalemine yansılarını, esinini anlatır mısın?
Süt Parası Bilet Parası yazıldığında dolar yenicek 9 Lira olmuştu, şimdi 18’lerde. Aeris? Mercenarius! da yine salgın döneminde, evimize gelen doğalgaz faturasını gördükten sonra yazılmıştı, sonrası malum...
İzahı olmayanın mizahı misali, 20 yıldır canımıza ot tıkayanların, ülkenin altına dinamit döşeyenlerin, laik ve çağdaş Cumhuriyete göz dikenlerin, vergilerle halkın “ümüğünü sıkan”ların hissettirdiklerinin isyanı diyebiliriz. Hızır Paşalar yürüyedursun, çarkın bir gün kırılacağının anlatıldığıdır Aeris? Mercenarius!…
Bu öykünün en önemli parçası olan, Türkçede daha önce çevrilmeyen Ksenefon’un Hiero’sundan bir epigrafı çeviren Mustafa Birol Güger’e de teşekkür etmeden geçmek istemiyorum. O çeviri olmasaydı, sanıyorum hikaye güdük kalacaktı.
‘ACIYI, EKŞİYİ ANLATMA DERDİNDEYİM’
- Mizah demişken kimi öykülerinde bir belirip bir kaybolsa da belli ki seviyorsun anlamı mizahla bütünlemeyi. “Çarşamba Günü Bayrak Dikilir” adlı aslında hüzünlü olan öykündeki Hafız Saim ile Çoban Ali’ye gülümsüyorum anımsadıkça. Mizahla mesafeni anlatır mısın, o alışverişi?
Çocukluk çağlarımda okuduğum ilk mizahi öykü Aziz Nesin’in, Sizin Memlekette Eşek Yok Mu? kitabı idi. Levent Kırca’nın, Nejat Uygur’un küçürek televizyon hikâyeleriyle büyüdüm aynı zamanda.
Dolayısıyla mizahla mesafem bir hayli sıkıdır. Ancak şu güne değin kendimi hiç mizahi öykü yazarı olarak görmedim. Hep acıyı, ekşiyi anlatma derdindeyim. Mutfakla aram iyidir; benim öykülerimde mizah; acı, tatlı, tuzlu ve ekşinin yanı sıra “umami”yi yakalamanın en önemli unsurudur diyebilirim.
‘YAZINIMIZDA MERSİN’İN ÇİLESİ
NEREDEYSE HİÇ ANLATILMAMIŞ’
- Tarihe ilgini sormak istiyorum. Kimi öykülerine roman duygusu hatta kaynağı sağlıyor adeta; “Aşağıdan İskân Evi Geliyor” adlı öykünde olduğu gibi.
Fikren var olan bir romanın giriş bölümüydü. Ancak daha sonra o roman fikri başka bir noktaya evrildi. Dolayısıyla öyküye dönüştü Aşağıdan İskân Evi Geliyor… Çıkış noktası da Kozanoğlu İsyanı.
Çukurova ve özellikle Mersin, Cumhuriyet’in ilk yılları hariç, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hep atıl bırakılmış, hor görülmüş, aç bırakılmış bir bölge ve şehir. Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’in Adana’yı anlattığı kadar Mersin’in çilesi neredeyse hiç anlatılmamış.
Kaldı ki Milli Mücadele döneminde de ne çarpışmalar yaşanmış ama yine de yazınımızda gerekli ilgiyi görmemiş. Tarihe var olan ilgim, öykü yazmaya giriştiğimde bölgesel tarihe de yöneltti ve aslında “Aşağıdan İskân Evi Geliyor” onun doğurduğu öykülerden biri…
- Yeni tasarılarını sorarak bitirelim söyleşimizi.
Yazdığım, yarım kalan ve yazacağım öyküler var. Demlenen şiirler var. Yukarıda da bahsettiğim bir roman fikri var, o da demlenme aşamasında. Türk edebiyatında yine çok önemli bir yeri olan bir yazarımızın romanını senaryoya aktarma isteğim var… Fikir çok, umarım zaman yoluma taş koymaz...
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi