Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Demokrasinin son ışığı sönmemeli!
Ülkenin gizli ve açık tüm haber kaynaklarının bağlı olduğu İçişleri Bakanı Soylu, sözlerine “Erdoğan’ın ülkesinde...” diye başlıyorsa, beğenin-beğenmeyin, hiç kuşkusuz bir gerçeği dile getiriyordur. Bu tanımlama doğal olarak Erdoğan demokrasisi kavramını da içerir.
Erdoğan demokrasisi...
Bilindiği gibi ya da bilinen demokrasilerde üç ana erk ya da yönetim gücü kaynağı vardır: yasama, yargı ve yürütme.
Erdoğan demokrasisinde, yargı erki Başkan’a bağımlı kılınarak erk olmaktan çıkmış, tümüyle bir siyasal kişide toplanmıştır; o kadar ki, yargıda sözüm ona reform yapılacaksa onu da Başkan yapıyor.
Çağdaş demokrasinin doğuşunda yaşandığı gibi yasama erki, esas olarak bütçe hakkı anlamına gelir. Salonunda “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diye yazılmasına bakmayın, bütçe hakkı Başkan’ındır ve dahası çoğunluğunun kimlerden oluşacağı Başkan tarafından saptanmış bir Meclis vardır.
Bir başbakan ve ona bağlı bakanlardan oluşan bir yürütme erki yoktur; bu erk, tartışılmaz bir biçimde, aynı zamanda AKP’nin de genel başkanı olan Başkan’ındır.
Bunlar yetmezmiş gibi, Başkan tüm kamu kurum ve kuruluşlarının başıdır: Devleti idari olarak denetleyen Danıştay; devletin parasal işlemlerinin yasal olup olmadığına bakan Sayıştay da Başkan’a bağlıdır; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, ülke ekonomisinde büyük ağırlığı olan kamu bankalarının yönetimine Başkan tarafından, bankacılıkla uzaktan yakından hiçbir ilgisi bulunmayan siyasetçilerin atanmasına bile ses çıkaramaz. Devletin derlediği istatistikler güvenilir olmaktan çok uzaktır. Eğitim, çocuğun ve gencin yaratıcı yeteneklerini geliştirmekten her gün biraz daha uzaklaştırılmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün kökü kurutulmuştur; onlarca insan yalnızca düşüncelerini açıklamaları nedeniyle hapistedir; yine düşünceleri nedeniyle kamuda binlerce kişinin işine son verilmiş, ülke içinde ve dışında çalışma hakları ellerinden alınmıştır. Oysa çalışma hakkı, yaşama hakkının olmazsa olmazı, en temel insan hakkıdır.
Kurumsal bağımlılık bağlamında, üniversitenin yüzde 100’ü; basın-yayının yüzde 90’ı doğrudan doğruya ve kaskatı bir biçimde Başkan’a bağımlıdır. Örgütlenme özgürlüğünden ve örgütlü hak arama olanaklarının varlığından söz edilemez. Emek, sermaye ve meslek örgütlerinin çok büyük bir bölümü; cemaatlerin ve dinsel vakıfların tamamı Erdoğan’ın emrindedir. Emek-sermaye ilişkilerinde sadece sermayenin dediği olur; her üç emekçiden biri kayıt dışı çalıştırılmaktadır; kıdem tazminatında biriken para işverenlere aktarılmaktadır; emekçiyi yarı köle yapan taşeron işçiliği yaygındır; çalışanlar, emeklilikte yaşa takılmaktadır.
Kısaca, Erdoğan’ın ülkesinde tek kişiye bağlı ya da mutlak anlamda devlet-sermaye-parti yönetimi egemendir.
Böyle bir rejimin adı, olsa olsa Erdoğan demokrasisidir.
Çok önemli bir nokta daha var: Erdoğan demokrasisi son bir yıldır, 24 Haziran 2018 seçimlerinden bu yana, tam olarak uygulanıyor.
Yukarıda özetlenenlere ek olarak vurgulanmalıdır ki, son bir yılda, ülke ekonomisi oldukça ağır ve kısa sürede iyileşmesi beklenmeyen bir kriz süreci yaşıyor. Yine, son bir yılda ülke barıştan biraz daha uzaklaşmış bulunuyor. Bitmedi, izlenen dış politika, ülkeyi her gün biraz daha Ortadoğu’nun savaş bataklığının içine çekiyor.
Dahası tüm bu sorunlar, korkusuzca konuşulup yazılamıyor; Erdoğan demokrasisine yönelik en küçük bir eleştiri, eleştirenin kimliğine bakılmaksızın, FETÖ’cü, PKK teröristi, işbirlikçi hain olarak çok ağır suçlanmasına ve yargının bu amaçla harekete geçirilmesine neden oluyor.
Sandığa da kıyamamalı!
Bu ülkede, yakın yıllara kadar, kör-topal da olsa, işleyen ya da çalışan bir demokrasi vardı. Bunu sağlayan belli aralıklarla, ancak mutlaka yapılan seçimlerdi, sandıktı.
Demokrasisinin tüm eksiklerine karşın, Türkiye insanı, ülkenin yönetimini seçim yoluyla etkileyebileceği; kendi yaşamıyla ilgili bir şeyleri oy sandığı yoluyla değiştirebileceği kanısındaydı; sandıkta çözüm bulacağı umudunu hep taşıdı.
Ancak 31 Mart yerel seçimleri sonrasında yaşananlar o sandık umuduna çok ağır bir darbe vurdu; vurmaya da devam ediyor. Gerçekte, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun kazanmış olduğu seçimlerin, Başkan’a bağımlı YSK araç yapılarak geçersiz sayılması, onunla birlikte Güneydoğu’da altı ilçe ve iki beldede sandık sonuçlarına göre kazanan belediye başkanlarının değil, ikinci olanların belediye başkanı yapılması, aslında Erdoğan demokrasisinin sandığa dayalı umutları da tamamıyla yok etme sürecine girdiğini kanıtlamaktaydı.
Bu çerçevede YSK’nin İstanbul seçiminin yenilenmesine gerekçe gösterdiği ve tamamıyla kendi yanlış işlemi olan sandık başkanları ve kurullarının oluşumu konusu seçimlere çok az bir süre kalmış ve onca açıklama yapılmış olmasına karşın seçim hukuku uzmanlarının bile çözemediği tartışmalı durumunu koruyor. YSK sandığı, daha doğrusu seçim güvenliğini bir bilmeceye dönüştürmüş bulunuyor.
Ülkenin geleceği açısından çok daha yıkıcı olarak Ekrem İmamoğlu’na yönelik eleştiriler yalnız FETÖ, PKK ile sınırlı kalmıyor, AKP’nin en yetkili ağızlarından Pontus, Rum, Konstantinapol gibi ırkçı suçlamalar dökülebiliyor; Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in Mart 1923’te öldürülmesine adı karışan Topal Osman’dan bile yararlanmak isteniyor. Üstelik bu ayrıştırıcı ve yıkıcı, ancak tamamıyla dayanaksız suçlamaları yapan kamu görevlileri yerlerini koruyor; onlara dokunulmuyor. Diğer taraftan AKP adayı, Kürt oylarını almak için Diyarbakır’da bu partinin hiç vazgeçmediği düşünce dönekliğinin görülmedik örneklerinden birini daha sergiliyor!
Başkan ve adamlarının bugünlerde yaptıkları aslında halkın, kalan son umudu seçim sandığını da tamamıyla yok etmenin altyapısını oluşturuyor.
Eğer İstanbul’u Başkan’ın adamı kazanırsa bu olay, 16 Nisan 2017’den bu yana sandıkta yapılanlar ve yaşananlarla birlikte, halkın elinde kalan sandık yoluyla iktidarı etkileme olanağının ya da imkânının da yok olduğunu kanıtlamış olacak, sandık umudu da tamamıyla ortadan kalkacaktır.
Bu nedenle İstanbul seçmeni, bu ülkede gerçek demokrasinin yeniden filizlenmesi umutlarını yok etmemeli; İstanbul’da Erdoğan demokrasisinin kazanmasına kesinlikle izin vermemelidir. Gerçek demokrasinin yeniden yeşerebilmesi için İmamoğlu, üstelik çok büyük bir oy farkıyla kazanmalıdır. Çünkü, İstanbul kaybedilir ve böylece toplum sandıktan da hiçbir sonuç alamayacağı noktasına varırsa bu ülkenin yalnız siyaseti değil, tümü, bilinmezliğin karanlığına yuvarlanır.
İstanbul seçimini tüm ülkede demokrasi umudunun son noktası yapan budur.
PROF. DR. YAKUP KEPENEK
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu