Hikmet Çetinkaya

Hoşça kal hüzün...

06 Eylül 2018 Perşembe

Gündüzün geceyle bulu­şan noktasında hoyrat bir kadının çığlıkları, alev alev yanan alaca bir kuşu andırır...
Bir sevdadır o anda yüreklerde dolaşan...
Zamanın içinde yok olan yal­nızlıklar her iklimden şarkıları söyletir insana...
Seher vakti habersizce gara giren ekspres, yüzlerdeki korku­yu alıp bir yere saklar...
O koskoca Nâzım Hikmet, uçsuz bucaksız donmuş Kuzey Denizi’nde ışıldakların gölgesin­de gibidir...
Bir şiir düşer o anda yasak aşkların geçit vermeyen orma­nında...
Bir kadın gülümser, bir çocuk ağlar...
Kırakof kentinin Kapris Barı’dır mekân...
Bir koca kişi gülümser bir buluta belli belirsiz... Bir ses duyulur...
Der ki:
“Sesleniyorum, seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları...”
Ayrılık çok kötü bir düştür.
Ayrılık hüznün ırmaklarla bu­luştuğu akşamüstleri gibidir...
Büyük korkularla selamlaşan ayrılık “Hoşça kal” dediğinde avuçlarında bir sıcaklığı saklar...
Gözleri dolar insanın, ağlamak ister...
Bilmem o anda neler geçer yüreğinizden...
Benim bacaklarım sızlar, ku­laklarım zonklar...
Bir telefon zilidir çalan, hiç beklemediğiniz saatlerde...
Kadın biraz utangaçtır:
“Kocam evde bu akşam, dışa­rıya çıkamam...”
Koskoca Nâzım, Bristol Oteli’nde alır soluğu...
Bir şarkı mırıldanır yalnızlığın içinde...
Ay diliminin üzerinde uyuyan genç kadını düşünür...

***

Kurşuni gökyüzüne bakan adam, hapishaneden dönen genç kadın, sevdanın pencere­sinde darmadağın olmuş düş­lerle buluşur...
Bir tutam kır çiçeği olur vazo­nun içinde...
Duvarda suluboya bir resim...
Hüzün o anda çoğalmaya başlamıştır...
Kıpkızıl çizgide bölünmüş sı­cak bir karanlık kaplamıştı her yeri...
Parmakların ucunda kalan kokusu mudur sardunya yapra­ğının bilinmez...
Bir şiirdir okunan şimdi, eski zamanları çalıp götüren...
Belki bir aşktır mevsimlerin içinde yitirilen...
Nâzım’dan gelen bir-iki mek­tuptur başucumda duran:
“Oyunda kaybeden aşkta ka­zanırmış. Beni seviyorsun ama yalnız çocuğun, baban, arkada­şın, ağabeyin gibi değil, hatta kocan gibi de değil, âşığın gibi de beni seviyorsun değil mi?”
Duvardaki suluboya tabloya bakar...
Bir içki doldurur bardağa...
Odanın içinde menekşe ko­kusu vardır... Okumayı sürdürür:
“Merhaba canımın canı!
Cuma günü sabah İstanbul’dan yola çıktım. Köp­rüden Yalova’ya kadar, güneşte pırıl pırıl bir atlas kumaş gibi ışıl­dayan denizin üstünde masmavi havayı ciğerime doldurdum da doldurdum. Vapur Moda’ya uğ­radı. Kalamış Koyu’nu gördüm. Yıldızlı bir gece, altın bir baş ve hatıralar...
Yalova’dan Bursa’ya otobüs yolculuğu, kâh dağların tepe­sinde, kâh iki tarafı yemyeşil boğazların içinde üç saat süren bir yol...
Ayrılışımızın garip bir tadı kaldı damağımda, acı bir tat... Yarı kalmış bir öpüşmeye benzer bir şey!.. Seninle gırtlağıma kadar doluyum!.. Ben bir toprak çanak gibiyim ve sen beni dolduran, baygın, acı kokulu kırmızı bir içkisin... Yaşım otuz sularında fakat seni 14 yaşında bir mek­teplinin ve 60 yaşında bir felsefe adamının ikiz aşkıyla seviyorum...
Buraya gelmeden, sana yakın olanlardan, her gün seni göre­bilen, sesini duyabilenlerden Vedat’ı gördüm. Onun gözlerine bak, orda, beni, sana doğru eğilen gölgemi görürsün bel­ki...”

***

O zamanın içinde yok olan yalnızlıklar, her iklimden şarkılar doldurur insanın yüreğine, gece­nin bilinmeyen bir saatinde...
Karlı gecelerde ona uzanan sıcak elleri bekler, öfkesinin bir anda sevince dönüştüğü yılları anımsar...
Harlem’de söylenen bir zenci türküsü, uyuyan bir suyun an­sızın haykırışı özgürlüğün sesi miydi?
Kederliydi ama umutsuz de­ğildi!..
O maceradan sadece silik fo­toğraflar kalmıştı...
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları