‘Fayf mani, tu fak fak!..’ (2)

01 Temmuz 2015 Çarşamba

Zamanın Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın o yıllarda “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız!” diye meydanlara çıkması da kesinlikle bir rastlantı değildi. Türkiye, Kore Savaşı’nda verdiği onca şehitle diyetini ödeyip 1952 yılında NATO’ya girmiş, ABD’nin “dost ve müttefiki” unvanını kullanmaya hak kazanmıştı. Bu arada ABD sermayesi de Türkiye’ye gelmiş, yeni ekonomi politikası çerçevesinde İstanbul- İzmit hattı, Amerikan Cooley Fonu’nca desteklenen montaj fabrikaları ile donanmaya başlamıştı. Bu fabrikalarda üretilen traktörlerin bir süre sonra yedek parçasızlıktan tarlaların ortasında kalakalacaklarını, köylünün yeniden manda tarımına döneceğini, ABD ile gizlice yapılan “İkili Antlaşmaları”, Amerikan üslerini, Türkiye’nin yargı bağımsızlığından verilen ödünler ile bir de Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nin en ilişki özürlü ama en hırslı öğrencisinin bu ülkenin en “ihtiraslı” politikacılarından biri olacağını henüz kimse bilmiyordu.
Türkiye’deki Amerika’nın ilk yıllarında bilmediklerimiz bildiklerimize ağır basıyordu.

***

Neyse biz yine biraz gerilere dönelim…
Karşımızdaki apartmanın kapıcısının siyahi bir erkek bebek dünyaya getiren kızı Gülizar da çocuğunun, yüzünü yalnızca tek bir kere gördüğü babasının Türkiye’ye bir daha gelip gelmeyeceğini bilemiyordu. Komşuları, bunun önemli olmadığını, başına bir “talih kuşu” konduğunu, adamın bir gün mutlaka çıkıp geleceğini söylüyorlardı. Komşular, tüm Amerikalılar gibi o siyahi adamın da iyi bir insan olduğuna inanmışlardı.
Amerikalıların iyi insanlar olduğunu gösteren pek çok kanıt vardı. 23 Kasım 1949 günü İstanbul gazeteleri okurlarına, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Amerika’dan bir hindi geldiğini müjdeliyordu. Bir hindi sergisinde birincilik kazanan 16.5 kiloluk hindi Amerikalıların “Şükran Günü” nedeniyle İsmet İnönü’ye armağan edilmişti. “Unity” (Birlik) adını taşıyan hindi önce bir uçakla Yeşilköy Havalimanı’na inmiş, oradan özel bir uçakla Ankara Esenboğa Havalimanı’na gönderilmiş, oradan da bir araçla 1071 rakımlı tepeye, Çankaya Köşkü’ne çıkarılmıştı. Amerikalılar böyle özel günlerinde bile dostlarını hatırlayacak derecede sadık insanlardı. Ali bebeğin babası da bir gün mutlaka gelecekti.
Fakat Türkiye’nin İngilizcede adının “Turkey” olmasıyla bu sözcüğün aynı zamanda “hindi” anlamına gelmesi arasında bir ilişki kurmak, “Adamlar bizimle dalga mı geçiyorlar” diye sormak nedense o günlerde kimsenin aklına gelmemiş, aklına gelenler de bunu dillendirmekten kaçınmışlardı.

***

1950 yılının ilk aylarında “komünist şair” Nâzım Hikmet hâlâ hapisteydi. 12 yıldır yatıyordu.
25 Mart günü jandarmalar Niğde’nin Aksaray ilçesinin Çardak Köyü’nde öğretmenlik yapan Mahmut Makal adında bir genci derdest edip savcılığa götürdüler. Öğretmen tutuklandı. Yazdığı “Bizim Köy” adlı kitapta komünizm propagandası yaptığı söyleniyordu. Dört gün sonra Nâzım Hikmet Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başlamış, sağlığının bozulması üzerine 8 Nisan’da gizlice İstanbul’a getirilerek Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırılmıştı.
Komünistlik kötü bir şeydi! 14 Mayıs günü genel seçimler yapılmış, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidarına son veren Demokrat Parti ülkenin yönetimini eline almıştı. 22 Mayıs günü Başbakan Adnan Menderes ilk DP hükümetini açıklamıştı. Ertesi gün gazetelerde yer alan, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye sermaye yatırımında bulunması beklendiği haberi herkesi sevindirmişti. ABD’nin en büyük bankalarından olan Chase National Bank’in Başkanı Mr. Aldrich, Türkiye’deki incelemelerini tamamlamış, Türkiye’nin “yabancı sermaye için elverişli bir ülke” olduğu sonucuna varmıştı. Sevinmekte haklıydık. Çünkü Amerika demek zenginlik demekti. Hepimiz zengin olacak, filmlerdeki gibi büyük evlerde oturacak, büyük arabalara binecektik.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları