Nörotik bir yaşantı olarak aşk…
Sanayi Devriminin ardından olması gereken 'tek aile biçimi' olarak sunulan evlilik kurumunun aşk üzerine kurulması gerektiği mutlak doğru olarak dayatılmaya başlandı ve böylece aşk da bu kurumsal yapının bir parçası haline getirildi. Peki aşkı niye bir kurum olarak adlandırmak gibi anti-romantik bir söylem içindeyim?
Aşk ve evlilik günümüzde öylesine iç içe düşünülen iki ‘kurum’ oldu ki, aklımıza bu durumu sorgulamak bile gelmiyor. Dikkat ederseniz, evlilikle birlikte aşkı da kurum olarak adlandırıyorum.
Genellikle evlilikle aile, günlük dilde sık sık birbirinin yerine kullanılır. Oysa aile insanlık tarihi boyunca ‘doğal’ olarak varken, evlilik, özellikle ataerkil düzenin hâkim olmasından itibaren, kadının zapturapt altına alınması için önce din, daha sonra devlet yoluyla dayatılan bir kurum olagelmiştir. Erkek egemenliğinin devamını sağlamanın en önemli kurumudur ve insanlığın zihnine yüzlerce yıl içinde öylesine ince ince işlenmiştir ki, onun yapay ve insan doğasına aykırı olduğunu düşünmek kimsenin aklına bile gelmiyor artık.
Peki aşkı niye bir kurum olarak adlandırmak gibi anti-romantik bir söylem içindeyim? Bu, önceki yazılarımda aşkın olmadığını iddia etmiş olmamla da çelişmiyor mu? Hem evet hem de hayır. Çünkü aşk, insan tekinin ötekiyle olan tutkulu birlikteliğini, ötekine duyduğu cinsel arzuyu, iki kişinin derin dostluğunu ve erotik sevgiyi tanımlamak için bütün dillerdeki yegâne kelime olması bakımından varken, bütün bu saydıklarımız dışında, özellikle heteroseksüel ilişkilere yüzyıllardır yüklenen anlamlar ve aşırı beklentiler nedeniyle kesinlikle irrasyoneldir; bu anlamda da yoktur.
Sanayi Devriminden sonra, olması gereken tek aile biçimi olarak sunulan evlilik kurumunun aşk üzerine kurulması gerektiği mutlak doğru olarak dayatılmaya başlanmış ve böylece aşk da bu kurumsal yapının bir parçası haline getirilmiştir. Oysa bütün istatistikler aşk evliliklerinin değil, mantık evliliklerinin – örneğin görücü usulü – çok daha uzun ömürlü ve daha az mutsuzluk kaynağı olduğunu göstermektedir.
Sanayi Devrimiyle birlikte, Aydınlanmanın bireyi toplumun üstüne çıkarması ve insanın doğadaki en yüce canlı ilan edilmesi sonucu, birey dinin baskısından kurtarılarak özgürleştirilmiş ve ‘ben’ diye bir şeyden bahsedilmeye başlanmıştır. İnsan teki, içinde bulunduğu grubun, kendini emniyette hissettiği geniş ailenin bir üyesi olmaktan çıkarılarak yalnızlaştırılmış ve tek başınalığın hapishanesine kapatılmıştır.
Bir benlik sahibi yapılarak, içinde bulunduğu topluluğun bir üyesi olmaktan özgür bir bireye terfi ettirilmiş olan ‘ben’ birdenbire karşı karşıya kaldığı eksiklik duygusuyla başa çıkabilmenin yolunu bulamamış, doğduğu topraklardan uzakta ve şehir hayatının acımasız koşullarında, saatlerce çalışıp ancak karnını doyurabildiği bir yoksullukla mücadele ettiği derin ve karanlık bir yalnızlığa sürüklenmiştir.
Bu ıssız hayat içinde neredeyse zorunlu bir şekilde yaşantılanan ruhsal regresyon, simbiyotik bir bağımlılığa yol açmış ve bu acıklı insanlık hali aşk olarak adlandırılarak nafile bir çabayla yüceltilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda da aşk, nörotik bir savunma mekanizmasından başka bir şey değildir ve insan doğasına aykırıdır.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Köfteci Yusuf'tan gıda skandalı sonrası yeni hamle
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- İBB'den 'Pınar Aydınlar' açıklaması: Tasvip etmiyoruz
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- İmamoğlu'ndan 'Suriyeliler' açıklaması
- '100 yılda bir görülebilecek akımın başlangıcındayız'
- Edirne'de korkunç kaza