'Belleğimdekileri tekrar yaşarcasına bu kitaba döktüm'

Şemsa, hayata değil ama, çeviriye mola verdiği zamanlarda yazdı bu kitabını. Onu tanıyan birçok insanı şaşırttı, evet; bir romans yazdı aslında o. Bir genç kızın parıltılı zekâsının onu alıp taşıdığı yerleri/düşleri/dünyaları ve yaşadıklarının bir bölümünü gösteriyor bizlere. Onun yaşamöyküsünü değil de usta bir kalemden, bilgiyle dolu bir bellekten dökülmüş, çok gerçek, çok içten, çok akıcı hatta sürükleyici bir roman okur gibi okunuyor kitap. Yeğin ile kitabını konuştuk.

'Belleğimdekileri tekrar yaşarcasına bu kitaba döktüm'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 27.06.2013 - 09:18

-Bir bellek yolculuğuna çıkıyorsunuz… Dünyaya dair ilk izler/yansıları hatırlayarak başlıyorsunuz… Bunları, “ben de anılarımı yazayım” diyerek yazmadığınızı biliyorum. Ama yazma düşünceniz nasıl oluştu, neydi sizi geçmişin izlerine düşüren?

- Amacım hiçbir zaman “yaşamöykümü” yazmak değildi. Yaşantılarımdan yararlanarak insanoğlunun büyüme ve gelişme öyküsünü, insanların davranışlarını, düşüncelerini, hatta yürüyüşlerini, mimiklerini içinde bulundukları koşulların biçimlendirdiğini anlatmak istiyordum. Bu daha önce söylenmemiş değildi, bilinmeyen bir şey değildi ama işte ben bu doğruyu deneyimlerle - belki de ilginç deneyimlerle anlatmak istedim. İnsanların içinde bulundukları koşullar, sofralarına konan yiyecekler, ceplerine konan paralar, görüştükleri konuştukları insanlar, okudukları -ya da benim öyküme göre- okumadıkları kitaplar oluşturuyordu. Bildikleriyle yetinen insanlar, daha fazla bilginin olduğunu akıllarından geçirmeyen, çorbasını içen, çorabını yamayan, çamaşırlarını sakız gibi yapan insanların dünyaları o kadar küçüktü ki. Ben büyük dünyaların olduğunu anlatmak istedim. Bu dünyalara isteyen herkesin ulaşabileceğini anlatmak istedim. Çekinmeden söyleyeceğim, ben bunları hep çok iyi anlatabileceğimi sandım. Özellikle Canetti çevirilerine yazdığım önsözlerden gazete ve dergilerde çıkan yazılardan sonra sizin ve daha başka pek çok arkadaşımın yüreklendirmesiyle de belleğimdekileri tekrar yaşarcasına bu kitaba döktüm.
- Yaşam labirenti… Başlama noktasına dönüş… sürüklenen hayatın dağılıp toparlanma yüzünü sözcüklerde bir araya getiriyorsunuz… 1940’lı yılların öncesine dönük aktarmalar da yer alıyor yazdıklarınızda. Ailenizin öyküsüne dönerken nelerle yüzleştiniz ilkten?
- Yukarıda söylediğim gibi yoksunluklar içinde yaşayan insanların dünyaları yalındır. Tabii, ne kadar yalın olduğunu görmek için çok kitap okumam gerekti. Ama belki de ailedeki diğer bireylerden farklı davranmam nedeniyle aileme hep bana ait olmayan bambaşka bir olguya bakar gibi baktım. Bu söylediğimi şu anda düşünüyorum – nasıl söylemeli... Hep onları anlamaya çalıştım. Ailenin diğer bireylerini değil ama babamı arkadaş edindim. Uzun ayrılıklardan sonra kardeşlerimle karşılaştığımda birbirimizden uzak düştüğümüzü gördüm. Bunun nedenlerini de sordum kendime. Hep anlamaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Ama ilginç bir nokta var Feridun. Hani bir duvarcı duvara şakül gözüyle bakar, ressam gördüklerini tuval çerçevesi içinde algılar ya, ben hâlâ, bugün bile dünyaya yazılması gereken sayfalar gözüyle bakıyorum. Hep böyle baktım; hayat ancak son yıllarımda yazmama izin verdi. Ama ben hep yazdım. Yazmıştım. Yazıyordum.
Yazma süreci bir labirentte dolaşma gibi gerçekleşmedi bende. Her şeyden önce ne söylemek istediğimi biliyordum. Söylemek istediğimi doğru anlatmaya çalışırken kendi geçmişimi değil de herhangi bir geçmişi en nesnel, en iyi yansıtma çabası içinde oldum. Siz de tahmin edersiniz ki, böyle bir amaçla yola çıkmış biri mutsuzluklara, yoksunluklara yerinmez – ben yerinmedim. Hepsi geçmişte kalmıştı; onların hepsi ve daha fazlası bugünkü beni oluşturmuştu. Böyle bir oluşumun öyküsünü anlatttım ben.
Bir de şunu belirtmeliyim: Günümüzde akıllarına gelen ve gelmeyen her şeye sahip gençlerin yakınmakla, kaytarmakla, hayatı hafife almakla yanlış yaptıklarını düşünmüş, onlara “olanaksız” diye bir şeyin olmadığını da söylemek istemiştim. Şu anda, bu 9 Haziran gününde müthiş sevinçli bir utanç duyuyorum bu kuruntumdan dolayı. Gençlerimiz neler yapabileceklerini gösterdi. Onlarla gurur duyuyorum.

SAYGIN UZAKLIK...
- 1947, Bakırköy, “beyaz taştan ev” ve öncesi, buraya sürükleniş…hayata dair ilk tutundurucu imgeler ve önünüzü açan karşılaşmaların ilk durağı…Okul, bir bakıma her şey oluyor sizin için. Oradan açılan kapılardan, pencerelerden söz etseniz biraz… Aşk yasağından okumalara, ilgi alanlarınızdan dış dünyanın keşfine dönük yolculuklarınızdan…Bunlardan yer yer söz ediyorsunuz…Yazarken neler gelip sizi sarmaladı bu süreçlere dair?
- Bunları kitapta anlattığımı sanıyordum. Ama bunları sormanızın nedenini anlıyorum. Kitapta ya da anlatıda “ben” duygusu ağır basmıyor, değil mi? Bana ait daha özel şeyler anlatmamı istiyorsunuz. Ama ben “özel” şeyler anlatmak istemedim. Gene de bundan daha içten bir özyaşamöyküsü yoktur denebilir, dediler yani... İşte sanıyorum “özel” ile “içtenlik” arasındaki o saygın uzaklığı bozmamak gerekir.
Dış dünya oradaydı, ben onun çok küçük bölümlerini keşfettim, keşfettikçe sorularım arttı, yanıtlar yeni sorular getirdi... Yıllar sonra bunları yazarken kafamda hâlâ yanıtlanmamış sorular vardı, var... Yani beni hiçbir şey sarmalamadı. Hiç özel duygularım olmadı, kendime de uzaktan baktım. Pişmanlıklar listesi çıkmadı ortaya. Hayatın beni götürdüğü yerlere gitmişim, bu arada iyi bir şeyler olmuşsa... Hayata teşekkür ederim...
- İnsanın kendini anlama yolculuğu…Siz kendinizi/yaşadıklarınızdan ve yaşamınızdan bazı kesitlerle anlatıyorsunuz… Uzak yakın duruşlarla üstelik…Ama bir başka dille sizin dünyanızı değiştiriyor, hatta alıp başka diyarlara kadar götürüyor… biraz bu sürüklenişin sizdeki izlerini anlatsanız, bunun başlama noktası ve sonrası var yazdıklarınızda; ama şimdi uzaktan bakınca dille ilişkiniz sizi nasıl biçimledi ve nelere getirdi?
- Ben, “yaşadıklarımı yaşamış birini” anlattım, olayların içinde olduğum için de o kişi benmişim gibi anlatmış olabilirim.
Yabancı dil benim hayatımda hep vardı. Sanki insan olmanın ya da başarılı olmanın gereği yabancı dil yani İngilizce bilmekti benim için. O dönemde çok değerliydi yabancı dil bilmek. Belki kendimi ancak öyle kanıtlayacağımı sanmıştım. İngilizcenin beni başka diyarlara götürdüğünü söylüyorsunuz, daha birçok yere götürdü ama ilk hareket planlı değildi. Hayat izin verseydi bütün belli başlı yabancı dilleri öğrenmek isterdim. Eski Yunancayı, Latinceyi öğrenmek isterdim. Hayat kısa derler ya hep, bence hiç kısa değil, ama çoğu kez yeterince uzun değil... Dilin bendeki izlerini soruyorsunuz. Beni büyüttü, özgüven verdi, bunlar da daha “büyük işlere” kalkmama zemin hazırladı belki...
- Ve çalışma yaşamı… Hayal molasında bir durak.. Gelecek düşü nerelerdeydi bu süreçte?
- Ortaokulda kâtip yardımcısı olarak çalışmamdan mı söz ediyorsunuz? Çalışmak da büyümemi hızlandırmış olsa gerek. Daha ondan önceki dönemlerde bile tek amaç büyümek, gelişmek, dikkate değer biri olmak - hatta olduğumu kanıtlamak olabilir. Bilmiyorum. Bana yanıtını bilmediğim sorular soruyorsunuz.

MEKTUPLARDAN YANSIYAN
- Mektuplara yansıyan neydi, dünyayı keşfetme duygusu mu yoksa bir arayış mı?
- Bu soruyu daha önce hiç sormadım kendime. Şimdi, bu büyümüş halimle, nesnel kafamla baktığımda en büyük hedefimin “en çok şeyi bilmek” ve “en yukarıya çıkmak” olduğunu mu söylesem? Burada bencilce duygular söz konusu olmalı. Bencil demeyelim de “kendini beğenmişlik” duygusu. Yok, bu da olamaz çünkü kendimi beğensem kendimle yetineceğim, değil mi? Sıradan insanların yapmadığını yapma isteği diyebiliriz belki. Gerçi hiç böbürlenme yoktu hayatımda, övünme yoktu – hep kendini ortaya koyma çabası vardı sanıyorum. Bu sorunun yanıtını da bilmiyorum aslında. Kitabım buna da yanıt vermiş olmalı ama...
- Ama sizi alıp başka diyarlara taşıyor da… Bu sürüklenişinizi nasıl açıklıyorsunuz şimdi?
- Bence sürükleniş söz konusu değil. Başka diyarlara giderken de orada yararlı işler yapacağımı bilerek gidiyorum. “Sürükleniş” sadece çocuklarımın dünyaya gelmesi konusunda geçerli olabilir. Ama o da geçici bir kayboluşun ortasındayken sürüklendiğim bir durumdur belki... Bir de şunu sorsak: Oralara sürüklenmeseydim nerelere sürüklenebilirdim? O dönemde gelişmenin adı da Avrupa’ydı, Amerika’ydı, biliyorsunuz. Bu durumda “gelişmeye sığınma” denebilir mi sizin o sürükleniş dediğinize?
- Gene de, bir keşfi merak duygusu ve yetinmeme… Sanki orada hayatın keşfi ve dünyayı anlamak derdi de var, bir de belki yaşadığınız zamanın içine sığamama, ne dersinizi?
- Keşif ve merak... Bu duygu herkeste yok mudur? Zaten insan bir satır okusa bin satır soru beliriyor kafasında. Ama haklısın, bende bir yerlere yetişmek ya da bir şeylere, bir noktaya yetişmek kaygısı hep vardı. Şimdi bile kendimden beklediklerim var. Canetti’nin bir oyunundaki gibi “aynalar yasaklansa” ben on, on beş yıllık “gelişme planları” yapabilirim. Neyse ki aynalar beni uyarıyor, sakinleştiriyor.

Evet, hayatı keşfetmek istedim, dünyayı anlamak istedim. Hâlâ da istiyorum. Çok şeyi aydınlattık ama açıklayamadığımız olgular var hayatta. Bilimin bu kadar ilerlemesine, hayatın milyon yıldır örgütlenegelmesine karşın açlar var, susuzlar var, yaşayamadan ölmek üzere doğanlar var... Ne bileyim Mars’ta bulunmuş bir hayvan ölüsü var... Hâlâ öğrenilecek ve yapılacak pek çok şey var. Bunları görüp de merak etmemek olanaklı mı?
Yaşadığım zamana sığmamak... Belki de haklısınız, o zamanlar öyleydim. Benim yerim burası değil, burada böyle oturup koca beklemek bana göre değil, yürümek gerek, buradan çıkmak gerek ve daha önemlisi “ç ı k a b i l i r i m” , bunu kendime ve dünyaya kanıtlamak zorundayım... demişimdir. Biliyor musunuz bunu pek çok kimse düşünmüştür, demiştir; benim farkım bu duyguyu yaşadığımı saklamamak, dile getirip paylaşmak. Öyle sanıyorum...
- Anlatınızın en uzun/yoğun bölümü bundan sonraki süreci içeriyor… Sizde çok iz bıraktığı için mi uzunca yazdınız; üstelik bir ABD rüyası gerçeği ve ta Kongo’ya uzanan serüven, iki oğul büyütme, yabancı bir evlilik… çılgın değil ama keşfi seven bir Şemsa var karşımızda… Ona buradan şimdi nasıl bakıyorsunuz?
- Yaptıklarımı yetersiz görüyorum. Amerika’da da, Kongo’da da daha pek çok şey yapabilir, o kültürlerden daha çok yararlanabilirdim. Ama şimdi bakıyorum, olanaklar bana o kadarını tanıdı. Hatta, olanakları zorladığımı bile düşünüyorum. Kucağımda çocuğumla Leopoldville köylerinde röportaj yaparken resmim var mesela. O kadar etkinlik arasına Fransızca derslerini bile sıkıştırmışım... Bilmem, belki de elimden geleni yapmışımdır.
O bölüm uzun diyorsunuz. Doğru. Bunun nedeni o süre içinde çok fazla şey yaşamış ya da daha doğrusu yaşadıklarımı daha iyi anlamış ve görmüş olmam olabilir mi? Aslında hayatımın o bölümleri hakkında sizin de dediğiniz gibi kitaplar yazılabilir. Beni değiştiren ya da geliştiren yaşantıları anlattım. İnsan gençliğinde çocukluğundakinden daha büyük bir hayatın içinde oluyor. Aşklar ya da dünyada bir yer bulma çabaları o dönemlerde öne çıkıyor. O yüzden yazacak şeyler çok olabilir mi? Sanıyorum öyle oldu.

- Peki, yazarak nereye vardığınızı düşünüyorsunuz?
- Beklediğim tek şey, kitabımı okuyanların söylemek istediklerimi anlaması. Ne söylemek istiyorum? O da kitapta yazılıdır umarım. Onu burada anlatmak kitaba saygısızlık olur diye düşünüyorum. Yanılıyorsam, yani kitap bir şey söylememişse boşuna yazmışım demektir. Hiçbir yere vardığımı düşünmüyorum. Ama şöyle bir his var içimde belki: Bütün hayatım boyunca yapmayı hayal ettiğim şeyi sonunda gerçekleştirdim. Bunun kime ne yararı olacak, bilmiyorum. Hâlâ çok fazla şeyi bilmiyorum...

ÇEVİRİ SÜRECİ
-Ama onca çeviride, şu kadar yazarın anlatıcılığında gördükleriniz/hissettikleriniz size bir biçimde dönmüştür; çevirinin bu bakımdan bir çevirmen için öğretici yanı yok mu sizce?
- Hem de çok. Zaten bir kitabı yani bir yazarı, yani bir kültürü bir başka kültürde ifade etmeye çalışmak bir anlamda yeniden yazmak değil mi? Buradaki tek zorluk, yazarın üslubuna, hayata verdiği anlamlara, yansıtılan kültüre ihanet etmemek. Çok tatlı bir zorluk. Çok zevkli bir süreç. Çünkü doğrusu her çevirinin sonunda bir eseri yeniden yarattığımda - itiraf ediyorum- en iyisini benim yaptığıma inanmak istemişimdir, inanmışımdır. Bu söylediğim özgün dilden yaptığım çeviriler için geçerli. İkinci, üçüncü dile aktarılmış eserleri de en iyi şekilde çevirdiğimi sanıyorum gerçi, ama özellikle Amerikan İngilizcesinden çevirdiğim yapıtları Türkçeye başarılı aktardığıma inanıyorum. Sorunuz neydi? Ha... Öğretici yanı olmaz mı? Hem hayatı öğreniyorsunuz, hem de hangi duygu, düşünce, yaşantı, ortam ve durumun en iyi nasıl anlatıldığını öğreniyorsunuz. Çünkü siz bütün bunları bir başka kültürde en iyi nasıl anlatacağınızı sorgulayarak sürdürüyorsunuz çeviri sürecini. Müthiş bir eğitim... Hatta, hiçbir üniversitede yaşanamayacak bir eğitim.
Bir de ben yıllar önce “yazar olamadığım için çevirmen oldum” diyordum. Onca kitap çevirdikten, onca anlatım biçimini yeniden yarattıktan sonra, söyleyecek sözünüz de varsa, kalemi elinize alma cesareti buluyorsunuz...
- Peki yazma duygunuzu hep saklı tuttuğunuzu hissediyorum. Bölünmüşlük hayata karşı… Yaşam ve bilgi, aile ve çeviri/yazmak… Bunu bir cendere olarak gördüğünüz zamanlar oldu mu? Yer yer yazınızın ucunda o kıyılarda gezindiğinizi hissettiriyorsunuz…
- Neleri merak ettiğinizi anlıyorum. Kitabımda olduğu gibi burada da fazlaca kişisel konuşmak istemiyorum. Ben buna “hayatın sunduğu olanaklar,” diyorum. İnsan hayatının her döneminde olmak istediği ya da olması gereken yerde olmayabiliyor. “Yaşam ve bilgi, aile ve çeviri/yazmak” cendere değilse de kendi istediğimi değil de benden bekleneni ve elbet çocuklarım gibi asli görevlerimi yapmak sıkıntılı olmuş olabilir. Burada en belirleyici öğenin çocuk ya da annelik olduğunu varsayarsak çocuğunuzun mutlu ve başarılı olması hayatınızdaki bütün diğer özlemleri örtebiliyor ya da daha doğusu ertelemenizi kolaylaştırıyor. Bu bakımdan şikâyet etmeyeceğim. “Keşke” demeyeceğim. Sağlıklı yaşayıp üretmeye çalışacağım bundan sonra da.
- Bugünkü asal uğraşınıza çok az yer ayırıyorsunuz… Hatta neredeyse yayın ve edebiyat ortamına dair izler/anıların çok uzağındasınız, teğet geçiyorsunuz çoğu şeyi… Oysa çeviri serüveninizin seçimlerini, örneğin Canetti çevirilerinin öyküsünü ve başkalarını okumak isterdim… Sonra edebi anılar… Bunları yoksa yeni bir kitaba mı sakladınız?!
- Yayın dünyasına girişimi, o günlerde dil bilmenin ve özellikle de çevirecek kitap bulmanın ne kadar önemli olduğunu anlattım kitapta. Devam etmekte olan çeviri serüvenim konusunda zaman zaman yazdığım önsözlerde ya da söyleşilerde düşüncelerimi belirttim. Canetti çevirileri çeviri listemde çok önemli bir yer tutuyor. Ondan çok şey öğrendim. Keşke başka kitapları olsaydı da çevirseydim. Onun oyunlarını çevirdim ben bu arada, onu söylemek isterim. Çeviri hakkının bana verildiği üç birbirinden anlamlı oyunu var Canetti’nin ama sanat etkinliklerinin canlarını zor kurtardığı bu ortamda onlara sahne bulmak kolay olmayacak galiba. İnsanlar çeviri serüveni konusunda ne öğrenmek isterler? Şimdi artık bu mesleğin okulları var, daha çok insanın okuma şansı var, benim kuşağımın serüvenleri eskimiş olsa gerek. Ama bir metnin nasıl çevrileceği konusunda hâlâ herkesin öğrenmesi gereken çok şey var. Bu yönde bana danışanlarla güzel süreçler yaşadığımız oluyor. Bireysel çabalar bunlar... Şimdi artık başarılı çevirmenler olan çevirmen adaylarıyla yaşadığım güzel ve verimli süreçler var. Hâlâ bana danışan güzel insanlar, gençler var...
Anılarımı yazmamı öneriyorsunuz anladığım kadarıyla. Tabii ciltlerle kitap doldurabilirim. Ama sanıyorum en azından şimdilik “anılarımdan yararlanarak anlatmak istediğim bir şey” yok. Salt anı... bilmiyorum. Düşünmedim. Ama bu yazmadığım anlamına gelmemeli. Hayatta okura sunulabilecek pek çok sayfa gördüm, görüyorum. Bunları herkesin okuyacağı şekle dönüştürmeye çalışıyorum. Çeviri öykülerimi anlatmayı düşünmüyorum. Canetti çevirilerinde konuya değinen uzun önsözler var yanılmıyorsam.
Edebi anılar yazmayı da düşünmüyorum doğrusu . Bir şeyleri ortaya çıkarmak için değil bir şeyler söylemek için yazmayı yeğlerim.
- Yeni bir kitap daha geliyor diyebilir miyiz; örneğin çeviri deneyimlerini anlatacağınız anılar/görüşler/düşünceler, hatta notlar… Neden olmasın, ne dersiniz?
- Bunu da ikinci bir yüreklendirme olarak alıyorum Feridun. Aslında sayfalar halinde gördüğüm hayatları, hayatların getirdiklerini anlatan bir kitaba başladım. Ama biter mi bilemiyorum. Şu sıralarda gene çok zevkli çevirilerle uğraşıyorum. n

Hayal Molaları/ Şemsa Yeğin/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 454 s.
 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler