Ben beynimden ibaret değilim!

Bir bilince, bir zihne sahibiz. Bu sayede düşünüyor, hissediyor ve buna uygun davranışlarda bulunuyoruz. Korkularımız, umutlarımız var.

Yayınlanma: 05.09.2021 - 10:25
Ben beynimden ibaret değilim!
Abone Ol google-news

Birbirimizle çeşitli konularda sohbet ediyoruz; kimimiz moda, araba ve seks üzerine konuşuyor, kimimiz de daha entelektüel konuları seçiyorlar kendisine ve, “İnsan nedir?” diye soruyor örneğin. 

Devletler kuruyoruz, kendimizi fikren yakın hissettiğimiz partilere oy veriyoruz. Sanat eserleri yaratıyoruz, âşık oluyoruz, terkediliyoruz, hayal kırıklığına uğruyoruz ve başımıza ne geldiğini anlayabilecek durumdayız. Kısacası bir zihne sahip yaşadıklarının kısmen de olsa bilincinde olan ruhsal canlılarız. 

Sinir-bilim sayesinde bütün bunlar olurken beynimizin hangi bölgesinde neler olduğunu da üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Örneğin bilgisayarda bize gösterilen bazı fotoğraf ya da imajların beynin belli bölgelerinde nörokimyasal tepkiler yarattığını görebiliyoruz modern görüntüleme teknikleriyle. Ruhsal bozuklukların belli bir kısmında beyinde biyokimyasal olarak neler olduğunu da biliyoruz. Ama beyin kimyamızın bütün ruhsal yaşantımızı, bilincimizi yönettiğini iddia edebilir miyiz? Zihnimiz, beynimizin yapıp ettiklerini gerçekleştirdiği bir sahneden ibaret olabilir mi sadece?  Yanıtı baştan verelim; tabii ki hayır!

Bilinç ve zihin henüz sırlarına vakıf olmadığımız ve belki de hiçbir zaman vakıf olamayacağımız ruhsal süreçler olarak kalacak. En azından nörokimyasal olarak. Ruhsal varlıklar olmamız, bilinçli bir yaşam sürdürüyor olmamız felsefenin binlerce yıldan beri üzerinde kafa patlattığı bir alan. Bu alana günümüzde ‘zihin felsefesi’ deniyor. Zihin felsefesi, ‘ruhsal hastalıkların beynin hastalıkları’ olduğu söylendiğinde yaşanan büyük paradigma değişikliğinden beri psikiyatrinin ilgi alanından çıktı ve psikiyatri insanı bir bütün olarak anlama çabasında kendi bacağına kurşun sıkmış oldu. 

Çizen: Özge Ekmekçioğlu

Freud tarafından ısrarla reddedilmesine rağmen hermeneutik bir bakışın hâkim olduğu psikanaliz bile indirgemeci bir insan resmi çizdi, en azından başlangıç yıllarında. Daha sonraları, Post-Freudiyen psikanalistler intersubjektif bir yaklaşımı benimsemiş olsalar dahi, fenomenolojik bir altyapıdan yoksun bir hermeneutiki sürdürdükleri için bu indirgemecilikten kurtulmaları – en azından henüz – mümkün olmadı. 

Karl Jaspers, bir insanın ruhsal yapısını ‘normal’ hali ve psikopatolojisiyle anlayabilmenin tek bir ekolle mümkün olamayacağını, mümkün olduğu kadar farklı ekolleri bir arada kullanabilme becerisinin ve bu anlamda esnekliğin geliştirilebilmesinin önemini 20. yüzyılın ilk yarısında defalarca üstüne basa basa söyledi. Onun, Freud’un psikanalizine şiddetli itirazı, Freud’un, kişilik yapısından da kaynaklanan nedenlerle, bu esnekliği gösterememesinden dolayı libido teorisine sıkı sıkıya bağlı kalmış olması nedeniyledir. Freud psikanalizin ısrarla bir doğa bilimi olduğunu savunmuştur çünkü.

Freud’la dostluğunu, onun diğer ‘müritleriyle’ olan ilişkisinden farklı olarak, ömür boyu sürdürmüş olan Ludwig Binswanger, önce Husserl’in fenomenolojisini insanın ruhuna bakışının temeline oturtmuş, ardından 1927 yılında Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’ adlı yapıtının yayınlanmasından sonra psikiyatrisini ‘Dasein Analizi’ olarak fenomenolojik bir ontoloji zeminine oturtmuştur. İnsan bilincinin daima bir şeyin bilinci olduğunu söyleyen Husserl’in çizgisinde, bir insanı anlamanın yolunun bu ‘yönelmişlik’ ile mümkün olduğunu vurgulamıştır. Ama bu yönelmişliğin itici gücünün Heidegger’in iddia ettiği gibi tasa – Sorge – olmadığını, sevgiye – Liebe – dayandığını iddia etmiştir. 

Ben de naçizane, ötekine yönelen insanın en saf duygusunun, onu harekete geçiren motivasyonun sevgi olduğunu iddia ediyorum. Ve sevgimin beynimin ürünü olduğunu reddediyorum. O, sevgimin bir tür ‘ilişkilenme aracı’dır, başka değil…



Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler