Bir erkek öldüğünde...

...eşi mi yoksa anası mı daha çok acı çeker? Bu soruya yanıt vermek oldukça güç ama Sinan Cemgil annesinin gerçek aşkıydı

Bir erkek öldüğünde...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 27.07.2015 - 05:45

Beşiktaş’tan Kadıköy’e vapurla geçerken, dingin sosyalist ve sanatçı Başar Sabuncu’ya, Dev-Genç eylemlerini ne denli onayladığımı ve uygulanan sürek avından ötürü ne mene bir acı çektiğimi yana yakıla anlattığımda,

- Küçük burjuvalar gibi ah vah edeceğine, eşleri, çocukları, anneleriyle ilgilen; işe yara, dedi.

Sinan Cemgil’in hem anne-babası, hem eşi Şirin, hem de minik oğlu Taylan, Anadolu yakasında oturuyorlarmış. Fatoş Tez ve Ayşegül Devrim ile uzun araştırmalardan sonra, evlerinin adresini bulduk. Hatırladığım kadarıyla sevgili Saygı Yağmurdereli katkıda bulunmuştu.

Anlatırken ağlardı

Kapıyı esmer, iri yarı denilebilecek bir kadın açtı.

- Buyrun, ben Şirin, dedi. Anlaşılan ziyaretlerine gelen giden çoktu. İçeri geçtik. Nazife teyze ve Adnan amca evdeydiler.

Sinan, Nurhak dağlarında vurulduğunda uçakta yer bulunamadığı için Şirin, minik oğlu Taylan’la birlikte İstanbul’da kalmış. Ve Nazife teyze, köylüler istedi diye Sinan’ın cenaze namazını da kıldırmış. Che Guevara’nınBolivya’da uzanmış cesedini, oralı köylülerin sessizce izlemeleri gibi...

Nazife teyze öğretmen olduğu için tertipli, prensip sahibi, programlı bir güzel kadındı. Şirin onlarda kalırken, onunla da görüştüm pek tabii... Ne var ki o da, bir erkek annesi olarak gelininden pek hoşnut değildi sanki... Bu ilişkilerde haklı haksız sıfatlarını kullanmak çok yanlıştır. Benim annem de Altan’ı uzun süre benimseyemedi, yadırgadı.

Şirin nohut oda bakla sofa bir eve taşınınca, Nazife teyzeyi ziyaretlerim aksamaya başladı. Torununu çok seviyordu ama aşkı Sinan Cemgil’di.

Bir erkek öldüğünde eşi mi, anası mı daha çok acı çeker? Bu soruya yanıt vermek oldukça güç kanımca...

Sonra kendi evlerine taşındılar. Ve orada kocaman dallı budaklı yeşillikler yetiştirdi. İsimleri de vardı:

Sinan-Deniz-Hüseyin-Yusuf...

Ev, tren yolunun yakınındaydı. Sinan’ı Nurhak’tan nasıl getirdiklerini, cenaze törenini anlatırken, sürekli gözleri dolardı.

Şirin, taşındığı minik evinde pek yemek pişirmezdi. Bir keresinde minik Taylan’aekmek üzerine salça sürüp yedirmişti. Kendimi tutamayıp onu eleştirdim ve uzun tartışmalardan sonra, üçümüz birlikte Nazife teyzelere gittik. Torununun karnınısevinçle doyurdu, sohbet ettik; yanımıza da zeytinyağlı yemeklerle dolu, büyük bir poşet verdi. Ne zaman isterse torununu onlara getirip yatıya da bırakabileceğini söyledi, gelinine...

Komünist Altan defol

Şirin tutuklandığında küçük Taylan, zaten onlarda kalmaya başladı. Karşı dairelerinde de, diğer oğlu kalıyordu. Daha sonra evlendiğini duydum.

Edebiyattan, felsefeden konuşurduk. Fransız edebiyatına aşinaydı. Dame de Sion’lu oluşum, bu alanda anlattıklarını sevgi ve sevinçle, içercesine paylaşmama neden oluyordu. Pek tabii Adnan amca da katılıyordu, bazen saatler süren bu sohbetlere...

Şirin tutuklanıp Almanya’ya taşındıktan sonra, Nazife teyzeden neden koptuk hatırlamıyorum. Ama onu hiç unutmadım. Devrimciliğine inat kibarlığını hep anımsarım.

Nazife ve Adnan Cemgil, Selim İleri’nin müthiş deyişiyle “aramızdan kurtuldu”lar. Öğrencilerinin en azından bir kısmı onları hatırlıyordur; bundan hiç kuşkum yok. Hele son günlerde, edebiyat-felsefe ve beden eğitiminin neredeyse yasaklandığı günümüzde...

Bu satırları yazarken gazete okuyor, televizyon haberlerini izliyorum. Cumhuriyet gazetemizi de okudum ve artık gülesim geldi. Ordu evlerinde bundan böyle, sarık, cüppe, sakal ve türban serbestleşmiş. Altan’ı anmadan edemeyeceğim:

Kara çarşaf çoğalmıştı. O da Milliyet gazetesine, bir oyundan kalan fesini takıp gitmişti. “Madem çarşaf giyiliyor, erkek serpuşları, takkeleri de serbest olsun bari” demişti.

Sanıyorum apartmanımızın ön duvarına “Komünist Altan defol” yazısı ve arabamızın bombalanışı, bu eylemine denk düşer.

Oysa hiçbir zaman sosyalist bile olmak istemedi. Sapına kadar hümanist ve mizahçıydı.

Dönekleşmeden, yaltaklanmadan...

Böylesi insanlar, Deniz’ler gibi namus ve şerefiyle ölüyor. Düşman iktidarlara yaltaklanmadan. Darısı başımıza...

Ben Ulvi Uraz ile kısa bir süre çalışmıştım. Oyunun adı “Para İsteme Benden”di. 30 lira yevmiye alıyorduk. Ayberk Çölok da vardı kadroda... Selçuk Abla turnelere de gelirdi. Örneğin Büyükada’ya... Ulvi Uraz dişe dokunur oyunlar oynamayı o aralar ertelemiş, rafa kaldırmıştı.

Gündelik turnelerden birinde, bitişiğimizdeki bir sinemada, Vahi Öz de gişe açmış ve gişenin önüne don sutyen bir dansöz koymuştu. Çamaşırlar siyah satendendi. Tolga Tiğin ise bizim gişemizde bilet satışına yardım ediyor, müşteri çekmeye çalışıyordu. Kayhan Yıldızoğlu, Yılmaz Gruda da oynuyorlardı “Para İsteme Benden”de...

- Vahi Öz’e geliniz taramine tiranam, diye şarkı söylüyordu tombalakça kadın... Göbek de atıyordu.

Nâzım ustanın şiirleri

Ulvi Hoca hepimizi ve dekoru toparlayıp geri döndü.

- Vay halimize, bugünleri de mi görecektik? dedi.

Selçuk Abla bir piyano öğretmeniydi. Onun evinde yedim ilk kez lahana salatasını... Palyaço ressamı İsmail Biretde gelirdi Ulvi Hoca’nın evine... Nâzım Usta’nın şiirlerini bir başka türlü okurdu.

Yıllar sonra Türker İnanoğlu’nda dizilerde çalışırken, tiyatro müzesine Ulvi Hoca’nın kitaplığını armağan etmeye gelmişti Selçuk Abla... Ben de aynı müzeye Altan’ın uzun kuyruklu frak, şov giysisini verdim. Galiba Galatasaray’daki müzeye taşındı tümü...

İyiyim diyenin...

Orada karşılaşıp sımsıkı sarıldık. Kısa bir süre sonra, gazetede ölüm ilanını gördüm.

Güzel, aydınlığa tutkun insanlar, daha mı az yaşıyorlar? Bence bu doğru bir yaklaşım, çünkü böylesi insanlar, yalnızca kendi dert ve sıkıntılarını değil, ülkenin diğer kesimlerinin, özellikle de gençlerin üzüntülerini, uğradıkları haksızlıkları paylaşıyorlar.

Ahmed Arif, yıllar önce şöyle demişti,

- Nasılsın deyince iyiyim diyenin anasını avradını...

Deniz’ler gibi namus ve şerefiyle ölüyorlar böylesi insanlar…

Dönekleşmeden, düşman iktidarlara yaltaklanmadan. Darısı başınıza, başımıza...

Ruhi Abi de, bizim tiyatromuzun üzerindeki bir mekânda şarkı söylerdi, Şişli’de...

Oyun çıkışı bizler de gidip onu dinler, mutlu olur, galeyana gelirdik.

Sonraları Ruhi Abi bizleri evine davet eder oldu. Sıdıka Teyze, oğulları Ilgın ve tekir kediyle böyle tanıştık. Nâzım Hikmet’in şiir ve türkülerini, o güzelim mütevazı evinde, saz eşliğinde, o müthiş sesinden dinlerdik. O sıralar heyecanlı bir gazeteciydim. Başbaşa kaldığımızda bana, Ruhi Abi’ye uygulanan işkencelerden söz etmişti. Tabutluğu ilk kez Sıdıka teyzeden dinledim. Klostrofobisi olanlar, kapağı çivili o küçücük, karanlık kutuda çıldırırlarmış. Ruhi Abi, kimseyi ihbar etmeyince, sonunda Sıdıka teyzeyi getirip, konuşmazsa karısının ırzına geçeceklerini söylemişler. Ruhi Abi pek tabii bocalamış,ama güzelim amazon kadını Sıdıka teyze,

- Sakın konuşma, hakkımı helal etmem. Ben eyleme katılmayacağım ki, üstümden bir öküz geçti farzedebilirsin’benzeri bir cümle kurmuş.

Ben bu olayı gazetede naklettiğimde, karakoldan arandım ve o deyyus polisin kim olduğu bana soruldu. Gerçekten bilmiyordum. Asayiş kuvvetlerinin bu elemanı bulup ona ceza verileceği söylendi. Ve olay kapandı.

Duygu Asena da benzeri bir söyleşi yapmıştı bir polisle...

Aralarında garip bir konuşma geçmiş,

- İşiniz zor. Evde karı dırdırı. Maaş küçük. Tek tesellim ve eğlencem, geceleri nöbetçi kaldığımda, politik tutuklulara ve diğerlerine uyguladığım işkencelerdir. Bunları boşuna yazma, inkâr ederim.

Sıdıka teyzeyi birkaç kez daha ziyarete gittim. Yüreği gani, sofrası dostlarına açık, sevgili bir amazon kadınıydı o da... Daha sonra Tünel’e taşındı. Gazeteci Tuncer Bicioğlu’nun eşi, Ayla’ya, beni çaya davet ettiğini söylemiş. Neden gidemediğimi hatırlamıyorum. Ya oyun vardı ya da Sevinç’le ilgilenmem gerekiyordu. Nasılsa giderim diye düşünmüştüm.

Ruhi Abi’nin ardından o da aramızdan ayrıldı. Ama Altan’ı ziyarete gittiğimde Ruhi Abi’nin, Muhsin Ertuğrul’un, Şevkiye May, Nisa Serezli ve Kerem Yılmazer’in de mezarlarını ziyaret eder, topraklarına birer minik nazar boncuğu koyarım. Muhsin Hoca’da boncuk gömülemiyor, çünkü Neyyire Neyir’le ikisinin mezar taşı kaplı… Münir Özkul’a dediği gibi ben onunla dertleşiyorum.

- Ben duymasam bile, torunlarına ne yanıt vereceğimi sen tahmin edip rahatlarsın’ demişti Münir Özkul’a.

Şu yıllarda tek tesellim,

bunca eşsiz,

önemli insanlarla yakınlık

kurabilmiş olmamdır.

Ruhi Abi’yi anmaya gittiğimizde birkaçımızı gözaltına alıp otobüse doldurdular. Bir polis bana,

- Sen Altan Erbulak’ın karısı mısın, diye sordu.

Evet, dediğimde ise,

- Hemen in ve git, dedi. Çabuk ol.

- Arkadaşlarım inmeden ben de inmem, dedim.

Aramızda Ilgın Su da vardı, pek tabii... Hepimizi ite kaka serbest bırakmışlardı. Altan’ın belli bir ağırlığı oldu her zaman... O zamanki polis müdürü Şükrü Balcı ile Selimpaşa’da aynı yazlık sitede oturuyorduk.

Kenan Evren, idamlara karşı imza topladığımızda, Altan’ı çağırıp “Karına sahip çık. Hepsini tutuklayabiliriz ama stadyumlara sığdıramayacağımızı düşünüyoruz. Ziyaretçilerini de hesaba katınca, curcuna olmasın diye, şimdilik anlayışlı davranmaktayız” demişti.

Canım kocam, babam, arkadaşım, meslektaşım, psikoloğum, kızımın babası, benden çok çekti.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon