Cumhuriyet Genç Yazın

Cumhuriyet'in gençler için, gençlerle beraber hazırladığı "Cumhuriyet Genç Yazın" okurlarımızla buluştu.

Yayınlanma: 27.08.2021 - 04:00
Cumhuriyet Genç Yazın
Abone Ol google-news

YAZMA EYLEMİ

SAKİNE DENİZ YILMAZ

HALİÇ ÜNİVERSİTESİ FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ 

“Kişinin yaptığı iş yeteneğine uygun mu diye

Onu seyretmen gerekmez.

Sadece gözlerine baksan kâfi.

Sos yapan bir aşçı, ilk kesiği atan bir cerrah

Konşimento dolduran memur

Hepsinin yüzünde aynı kendinden geçmişlik...

Çalışırken kendilerini unuturlar.

Benliğini unutup objeye dalan o bakış

Ne güzeldir.”

W. H. AUDEN

Kendimi unutup daldığım tek yer olan yazma eylemini ustaca özetleyen bu dizeler, herkesin benliğinin unutulup daldığı bir yer olduğunu hatırlatıyor bana. Hepimiz anda olmanın huzuruna erebildiğimiz, belki de sorunlarımızdan kaçıp kurtulabildiğimiz bir eylem arıyoruz devamlı. Yaptığımız eylem bize huzur versin istiyoruz. Sabahları metroda, duraklarda, güneşin daha yeni doğduğu her yerde gördüğümüz herkes “kendinden geçerek sevgiyle” yapmıyor eylemlerini. Fakat herkesin hayatında bir eylem var biliyorum, bir kere bile olsa onu huzura taşıyan. Benimki yazma eylemi.

Ünlü Rumen yazar, filozof Emil Cioran, yazma eylemini anlatıyor bize. “Bu sefalet gibi. İçsel bir sefalet. Yazma eylemi diyalogdur. Tanrı’yla diyalog. Bir yalnızın diğer yalnızla buluşması.” Bu, bir sefalet gibi gerçekten. İçsel bir sefaletin dışarıya yaratıcılıkla çıkması ise büyük bir şans. İçsel sefaletimin beni yiyip bitirmesine izin vermeden, onu susturmadan, tam tersi yönünü yaratıcılığa çevirerek yazıyorum bu satırları. Yalnız olan Tanrı ise, elbette yaratılan tüm yazıları ve diğer sanat eserlerini kıskanıyor olmalı yoksa Geoger Bernand Shaw kemancı Heifitz’i dinlemeye gittikten sonra mektubunda “Karım ve ben konserinizde büyülendik. Böyle güzel çalmayı sürdürürseniz genç yaşta öleceğiniz muhakkak. Kimse Tanrı’nın kıskançlığını kamçılamadan böylesine mükemmel çalamaz. Sizden ricam, her gece yatmadan önce kötü şeyler çalın.” demezdi. Bu içsel sefaletin temsili olan yazma eyleminde Tanrı’ya karşı çıkan bir cesaret de var üstelik. Tanrı’nın yarattığından daha güzel bir şey yaratmaya korkmadan, bu sefaletin güçlü görünme çabası.

Devam ediyor Cioran: “Bana kalırsa zaten zarar vermek için yazarız. Rahatları bozmak için yazarız. Ne okuduysam rahatım bozulsun diye okudum. Bana bir şekilde eziyet çektirmeyen yazar ilgimi çekmez.” Buradaki zarar verme elbette anlamının ötesinde bir şekilde gözleri açmak olabilir. İyi bir kitap okuduktan sonra hepimizde durup düşünmeye, kendi hayatımızı göz önüne almaya iten bir kuvvettir zarar verme. Konfor alanımıza her defasında düşman olmamızı sağlayan iki üç cümle bile yeter bazen. Rahatımızı bozmak demek her zaman yatakta huzursuzca hayatımızı tahlil etmek değildir. Bazen rahatımızı bozup bir kitabın içinde geçen cümleden hareketle başlarız “o işi” yapmaya. Cesaret edemediğimiz, adım atamadığımız ne varsa kitabın içinde geçen o cümleyle başlarız tüm yeniliklere.

YARATMA CESARETİ

Yazma eyleminin bir yaratma cesaretinden doğduğunu düşünürsek eğer gideceğimiz ilk kitap ünlü varoluşçu terapist Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabı olur. May, “Fakat eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız” diyor. Yaratma gücünün baskılanması bizi ihanete götürür. Kendimize ihanet. Yaratma dürtümüzün; yazma, resim yapma, şarkı söyleme, güzel bir yemek yapma olması durumu değiştirmez. Varlığımın amacı, “olmak için geldiğim şeyi olmak”. Ne olduğu önemsiz, kendimi ifade etmeme yarayan “o şey” olmak.

10 Emir’in ikincisi şöyle der: “Kendine oyma bir put yapmayacaksın, ya da yukarıdaki gökte, ya da aşağıdaki toprakta, ya da toprak altındaki suda bulunanlara benzer bir şey yapmayacaksın.” Yaratmanın önüne set koyan dini yasalar bile olsa, insan ölümsüzlüğe giden yolda yeniden geçiyor yaratmanın başına. Yapılan devasa bir heykel olmasa bile, yapılan binlerce dolara satılan tablo olmasa bile. İnsan en çok kendine karşı, kendi içindeki sefalete karşı çıkmak için yaratıyor her seferinde. Belki yıktığı dini yasalar, belki otorite, belki kendisi olduğunu bile bile. Picasso bu yüzden “Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir” diyor.

Yıktığımız, yarattığımız kendimizdir. Milyonuncu kez gidiyor insanlık, ruhunu yaratıcılıkla dövmeye.


GENÇ OKUR

ABDULLAH KAYA

MARMARA ÜNİVERSİTESİ GÜZEL SANATLAR FAKÜLTESİ SERAMİK BÖLÜMÜ

Pınar, kucağındaki bebeği indirdi, siparişleri torbalara doldurup kızına uzattı. Kızcağız siparişin kime gideceğini anlamış olsa gerek, annesiyle göz teması kurmaksızın bakkaldan fırladı. Pınar bebeği kucağına almadan tezgâhtaki gazetelere yöneldi. Bu konuda takıntılıydı. Hepsini sakızların gerisine dizer, gazete isimleri ucundan kıyısından seçilemeyecek kadar birbirine sıkıştırırdı. Tezgâha yönelen gözlerin, onları ayırt edebilmesi için yazı karakterine, renklerine hâkim olması gerekirdi.

Deminden beri internet kesilmesin diye kapıda dikilen Mahir, içeride olanları göz ucuyla izlemişti. Göz ucuyla izlemişti, çünkü bir yandan da telefon ekranına bakıyor, başparmağı hızlı hızlı günün gazete manşetlerini aşağı doğru kaydırıyordu. Bugün hangi gazeteleri alacağını belirlemeye çalışıyordu. Daha doğrusu, okumak istedikleri arasından seçmece yapıyordu. Gazete fiyatları o kadar artmıştı ki… Mecbur bu zamanın disiplinli okurları, dergileri, gazeteleri seçmece yapmadan okuyamazdı. Hangisinin o gün ücretsiz eki, özel yazı dizisi veya tercih edilecek köşe yazarları varsa albenili oluyordu. Tabii gazetenin de ucuzu, hatta bedavası, hem de daha kalın olanları vardı. Vardı var olmasına da onlara gazete diyen kendine okur diyemezdi.

Mahir alacaklarını aldı, selamlaşıp çıktı. Cebine bozuklukları tıkarken sanki kendi yüreği bir yerlere tıkılıyordu. “Bu bakkala her uğrayışımda gelir bu bana” dedi içinden. Hepi topu otuz metrekarelik dükkân. Her yanı raflarla, ürünlerle dolu. Bir köşeyi oğlan, diğer köşeyi kız çocuğu kapar; kucağındaki bebeyle bir o sandalyede, bir bu taburede akşam etmeye çalışan Pınar ise kocasının işten gelmesini beklerdi. O gelince kepenkler iner, kadıncağız ev mesaisine geçerdi. Öyle ya, sermaye düzeninde çarklar böyle işlerdi. Kadınlar gün içerisinde herhangi bir sektörde işgücüne zaten katılırlar ama bununla yetinemezlerdi. Evlerdeki iş yükünü tek başlarına sırtlanırlardı. İşte Pınar da mesaisi bitmeyen kadınlardandı. Gerçi şehre geleli çok olmamıştı. Doğu’daki köyü ve yaylası arasındaki kıskaçtan ilk kez dışarı çıkmış, evlenip bu büyük şehre gelmişti. Memleketinden kurtulmuş, ancak yaşamına farklı bir kıskaçta devam ediyordu. Bu şehre geldi geleli, bir kez olsun gezmemişti. Bir gün olsun tatil yapmamıştı. Mahir iç geçirerek sordu kendi kendine: ‘Kadıncağız tatil kelimesini işitecek olsa, zihnine nasıl bir imge düşer acaba?..

Dalgın dalgın insanların arasından sıyrılırken ayağı kaydı, tam düşecekti ki toparlandı. Allah’tan torbasında kırılacak bir şey yoktu. Tüm düşündüklerini bir tuşla rafa kaldırıp yoluna odaklandı. Yerler yapış yapıştı. Öyle ki attığı her adımda tabanlarının asfalttan bantla söküldüğünü duyar gibiydi. Durumu fark etmesi uzun sürmedi. Komşuların dut ağaçlarındaki meyveleri toplayacak dermanı olmadığından, ağaçlar meyvelerini salmıştı. Haliyle yerler de kayganlaşmıştı. 

Eskiden böyle miydi? Meyveler olgunlaştığı gibi konu komşu toplanır, çarşaflar gerilirdi. Şimdilerde kimse kimseyi görmez olmuştu. Artık dut mevsimi geldi mi, bu mahallede yürümek zorlaşırdı. Tıpkı bugün iktidar mahallesinde olduğu gibi… Öyle ya, yere saçılan dutlar o kadar çoktu ki duta alışkın bu mahallenin asfaltı dahi kaldıramıyordu bu kadarını... Mahir, evinin kapısına geldi, anahtarı yavaşça deliğine sokup çevirmeye başladı. Bir yandan kendi kendine sorguluyordu, ‘Bu dutları toplaması için birini beklemeli mi?’...


YETİŞKİNE MEKTUP

MEHMET HECEBİL

SAİNT BENOÎT FRANSIZ LİSESİ, 11. SINIF

Sevgili Yetişkin,

Az önce seni görüntülü aramak ya da mesaj atmak yerine mektup yazmaya karar verdim. İstersen buna gençlerin sosyal iletişim bozukluğu falan da diyebilirsin fark etmez. Ama evet, mektup yazmak için kesin olarak önceki birkaç nesilden birine ait olmak gerekmiyor, isteyen herkes eline bir kalem -tercihen siyah tükenmez- bir kâğıt bir de zarf alarak işi bitirebiliyor. Hoş, ben bunları bilgisayardan yazıyorum orası ayrı. O başka konu.

Öncelikle belirtmeliyim ki şahsen, benim odamın kapısında “DİKKAT, YÜKSEK VOLTAJ” ya da “DİKKAT, ÖLÜM TEHLİKESİ” tarzında cümleler yazmıyor, içeride de herhangi bir türde elektrik akımı söz konusu değil (masa lambası, oda lambası vs. hariç) o yüzden gönül rahatlığıyla, belki çalarak, yumruklamadan, kibarca, bir bebeğe bakar gibi, tıklatarak, içeri dalabilirsin, daldığında da suratındaki ifadenin alabildiğine ekspresyonist bir görüntü olmasına gerek yok yani özünde hepimiz insanız sonuçta, çiğ et ısırma alışkanlıklarımızı da eski zamanlarda bir kenara bıraktık diye düşünüyorum, ısırmayız. Artık “medeniyiz”. Eski nesil kadar dakik ve atik olmasak da biz de medenileştik artık.

Her şeyden bu denli korkma, hele ki gelecekten, bu korku hiçbir şey ifade etmiyor. Bu bir korku değil aslında kaygı diyebiliriz. Endişe, tedirginlik gibi gibi... Bu korku bir şey ifade etmiyor çünkü bir anlamı yok, nereden bilebilirsin, ne kadar kesinlikle emin olabilirsin gelecekte her tarafın mahvolacağından ve sadece üniversitede -senin aklındakine göre- çok iyi bir bölümüne girenlerin hayatta kalacağından. Bir idolümün olması lazım değil, belki teşvik edici unsur olarak bir yarar sağlayabilir ama onun dışında boş. Neredeyse tüm insanlığın derdi özgün birtakım işler ortaya koyabilmek, konu fark etmeksizin, zaten idoller hakikaten idollerse özgün insanlar oluyorlar ama bu bizim ilerde özgün olacağımızın garantisini veremez, olamayacağımızınkini de veremez bir idolün olmaması eski nesillerde özgün bir şeydi sanırım ve özgün her şeyin ve herkesin de faili meçhuldü. Evet, aynen, bu kelimeyi kullanabiliyorum eski nesilden olmama gerek yok. Cinayet anlamında demedim.

Kaygılarından dolayı, beni kafandaki kalıba sokmaya çalışıyorsun ve bunu yaparken üstüne bana “at gözlüklerini çıkar artık” diyorsun. Sokmaya çalıştığın kalıp bir incir çekirdeği, reçeli yapılamayacak kadar tatsız bir incirin çekirdeği ve o kalıbı dolduramayacak şeyler için bile sen beni istediğin kadar öldürebiliyorsun, farkında ol ya da olma.

Ah! Keşke, her gün doğum günüm olsa. Doğum günleri genelde hep çok güzel geçer, farkında olsak da olmasak da istesek de istemesek bizim doğum günümüz onu kutlamak isteyenler için hep çok güzel geçer.

Nereye gideceğini bilen insana dünya çekilip yol verirmiş diyor sizin nesil, sizin tayfa, tayfa cinayet. Şimdi ben buna en basitinden bir Murphy kanunu çakıp üstüne bir mektup daha konuşurdum karşı çıkmak için ama yarın sınav var.

En derin saygılarımla,

Genç


ORTAYA KARIŞIK

ENVER TUNA ORMANCI

Alaşehir Selahattin - Zuhal Barutçuoğlu Anadolu Lisesi

Şakülü kaymış günlerden geçiyoruz,

Baksanıza rüyalarımın katili,

Ak sakallı dede bile bana küs sanki,

Mevsimler değişti rüyalarıma girmiyor.

***

Ben en çok sabahları erken öten,

Horozları merak ediyorum dostum,

Ezan seslerine karışan seslerini,

Özledim desem inanmazsınız ki.

***

Ahhh Affan Dede leyleği ,

Havada gördüğü için mutlu olsa,

Bu yıl da can eriklerini gördü diye,

Avuçlarıma para saysaydı keşke.

***

Henüz yolun başında bir delikanlının,

Bile bir sürüsü keşkeleri varsa,

İnsanlarda mı acayiplik,

Yoksa ben de mi anne ?


YEDİ ÖLÜMCÜL GÜNAHLA

SEMANUR KARTAL

SİNOP ÜNİVERSİTESİ EĞİTİM FAKÜLTESİ

Doğdum ve işte uzun bir yol var karşımda,

Bunca zaman huzur bulurum sanmıştım meleğin kanatlarında,

Düşmek acı vermiyor da,

Kanadığımı görmek isteyen çok fazla.

*

Sayfalar ince ince dolanıyor ruhuma,

Boyun eğmemi istiyor, kurulan yalanlara,

Herkes yazıp çiziyor da,

Doğruyu isteyen kaç insan var Dünya’da?

*

Gece gökyüzü düşüyor omuzlarıma,

Beyaz bir zambak olmak istemedim, üzerimdeki kanlarla,

Söylenenleri kabul ettim ulaşmak için yalnız kalabalıklara,

İşte şimdi karşınızdayım, Yedi Ölümcül Günahla.


İlgili Haberler

Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler