En kadim 'öteki'; kadın

Eleştiri yapan, eşitlik ve özgürlük talep edenlerin çok daha kolay suçlandığına dikkat çeken Büşra Ersanlı, “1990’lardan bu yana kadın hareketi örgütlü mücadelede ne denli önemli aşamalar kaydettiyse kadına yönelik şiddet de o denli arttı” diye konuştu. İktidarın ötekileştirme üzerine kurgulandığı ülkede Ersanlı’ya göre, “öteki” kavramının kapsamı içinde en başta gelen ve en uzun süre var olan “öteki”nin adı kadın... Diğerleri ona ekleniyor.

Yayınlanma: 04.03.2019 - 21:53
Abone Ol google-news

Büşra Ersanlı’nın yüzündeki ifade bana hep yaşam sevinci verdi. Gülümsemesi, insanı kendiyle barıştıran sesini sevdim. Hocayla konuşmak, tartışmak keyifli oldu. Ben öğrencisi olabilme olanağını yakalayamadım ama bazı kitaplar vardır, belleğinize kazınır. Ersanlı’nın yazdıkları hep ilgi alanımda oldu. Moda’da yeni taşındığı evinde konuk etti bizi. Yine şakacı ve içtendi sözleri. Bir de Datça sevdamız ortak, az şey mi? Hocayı sıkça gören, dostum Nurşen Gürboğa pek şanslı...

<haber-dikey:1274880,1276076>

 “Tarih tekerrürden ibarettir” cümlesini hiç sevmem. İlk gençlik mahpusluk, derken yıllar sonra yine aynı durum... 12 Mart’tan AKP’li yıllara... Kadın, akademisyen, siyasal biri olarak nasıl okursunuz yakın dönem Türkiye tarihini?

Tarih hem kendini tekrarlar, hem değişimler yaşar hem de tökezleme tecrübe eder; yani bir tek tarzdan ibaret değildir, yaşamın tüm hallerini deneyimlemiş devasa bir çalışma alanıdır. Türkiye’de siyasi kültür hep otoriter oldu. Akademik açıdan zaman zaman nispeten özgürlük yaşandı. Akademisyenlerin toplum içinde ayrıcalıklı, değer gören insanlar olduğunu da söylemek mümkün, ancak her darbeli matkaplı dönemeçlerde suçlu görülenler işlerini kaybedenler de çok oldu. Görüş ve eleştirilerinden dolayı suçlanma son dönemde çok arttı. Kadın zaten görüşleriyle çok kolay suçlanır çünkü doğal olarak toplumda erkek karşısındaki ikincil durumunu sorgular. Hele eleştiri yapan, eşitlik ve özgürlük talep edenler daha da kolay suçlanıyor. 1990’lardan bu yana kadın hareketi örgütlü mücadelede ne denli önemli aşamalar kaydettiyse kadına yönelik şiddet de o denli arttı. Siyasal olmak, farklı görüşlerin diyaloğuna dayanır ama biz daha çok farklı görüşlerin şiddetli kavgasıyla yaşamayı sürdürüyoruz; diyalog, danışma, paylaşma yaşamıyoruz. Kısacası siyasal olmanın da akademisyen olmanın da hakkı verilmedi bu ülkede; kadın insan olmanın hakkı ise daha da kısıtlı...

‘İlk günden cezalılar...’ 

Kadın mahpushanelerinden çığlık yükseliyor her an, işitildiğinden pek de emin değilim. Tutsaklık bile kadınlar açısından ayrı sorun. Bugünün Türkiye’sinde kadın hangi zindanlarda mahpustur? Toplumsal, düşünsel bağlamda, tüm yönleriyle yorumlar mısınız?

Kadın ve erkek tutuklular eğer siyasi iseler daha ilk günden cezalı görülüyorlar. Çoğu hüküm giymemiş olanlar, “toplum tarafından mahkûm edildi” algısı yaratmak için değersiz cezalılar olarak tanıtılıyorlar. Son dönemde ise avukatlara varıncaya kadar yerel yöneticiler öğretmenler ve daha birçok meslekten muhalifler değişik cezaevlerinde bu bakışla tutuluyorlar. Bazılarının koşulları sağlıksız bazılarının kötü muamele gördükleri biliniyor, bazıları da yargılanmadan yıllarca bekletilebiliyor. Bu noktada kadın olmanın genelde pek bir farkı yok hatta erkeklerin daha fazla eziyet gördüklerine şahit oldum. Ancak yaşama koşulları açısından ve görevlilerin bakışı açısından kadın burada da ikincil... Yani kadına “senin lafın, forsun geçmez” muamelesi her yerde aynı.

‘Önderlik paylaşılmalı'

Devrimci hareket ve feminizm arasında mesafenin zaman zaman açıldığını görüyoruz. Bunun temel nedeni sosyalist hareketin de erkek dilinden yürümesi midir? Aşılamayan feodal ilişkiler, köylülük müdür?

Devrimci hareketle feminizmin doğrudan bir ilgisi yok bence... Her ikisi de genellikle eşitlik için ve radikal bir değişim için mücadele veriyor ancak feminizm için eşitlik toplumsal cinsiyet bağlamında daha derin anlamlar taşıyor. Sosyalist dersek zaten ikisi farklı ideolojiler, biri sınıflar arası biri cinsler arası eşitlik ilkesini savunur... Kadın aslında sınıf mücadelesi adı altında erir gider, ikincildir. Sınıflar arası eşitsizliği kaldırma mücadelesinde Türkiye’de kadınlar hizmet alanında tutulmaya çalışılmıştı “solcu” önde gelenler tarafından; günlük hayatta ve siyasette de olduğu gibi. Şimdi de pek farklı değil. Önderliği kadınlarla paylaşmak isteyen pek olmadı benim bildiğim kadarıyla, bu iradeyi esas siyasette Kürt muhalefeti gösterdi ve resmen uygulamaya geçti ama hayatın özünde kaç tanesi (erkekler) gönülden kabulleniyor çok şüpheli...

Direniş tabii farklı bir kavram, o alanda kadınlar daima önde olacaklar çünkü düzenle uzlaşma veya uzlaşamama endişeleri erkeklerde olduğu kadar yaygın değil.

Kadın her zaman “öteki” coğrafyamızda... Kürt, Alevi, azınlık, yönelim bağlamında “öteki” olmanın yanında bir de “kadın” olarak “öteki”. Bugünün öncelikli meselesi bu olmalıyken yine gölgelenmeye çalışılıyor. Bugünün “öteki”leri kimler? Hem kadınlar bağlamında, hem yeni toplumsal koşullar açısından nasıl yorumlarsınız?

Sadece bizim coğrafyamızda değil bütün dünyada, bizde daha kaba ve aşağılayıcı bir üslup var, hukuk işlemediği için mağduriyet yaygınlaşıyor... Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki “öteki” kavramının kapsamı içinde en başta gelen kadındır: En uzun süre var olan ve en yaygın (nüfus olarak) kadının ötekileştirilmesi, diğerleri ona ekleniyor. Eril hâkimiyet alanlarında yan ve alt hizmette kalması istenilen kadınlar, bir de üstüne Alevi, Kürt vb. olabiliyor.

Haklısınız bugünün de dünün de en öncelikli meselesi toplumsal cinsiyet eşitsizliğidir, bu olmalıdır doğa tahribatı açısından, kaliteli eğitim açısından, hiç özendirilmeyen paylaşım ahlakının bir nebze de olsa gelişmesi açısından...

Bugünün görünürdeki ötekileri sorgulayan eleştiren muhalifler, gerçek kadın-erkek eşitliğini savunanlar da onlar arasında... Adı muhalefet diye geçen partiler var ama “erkek iktidar gururları” onlara bir türlü kadınları aday gösterme cesareti veremiyor; erkeklerin gururlarını okşamakla görevlendirilmiş olan bazı kadınlar da bu vazifeleri çerçevesinde erkek adayı tercih edebiliyorlar. Sadece bu konuda özeni olan bir tek HDP, onun adı da geçmiyor zaten.

Yoksul göçmen...

Göçmen sorunu giderek daha yakıcı hale geldi, hem bizde hem dünyada. Göçmenler coğrafyamızı nasıl etkileyecek? Göçmen kadınsa eğer nasıl bir gelecek bekliyor onu?

Aslında herkes göçmen ama eşitsizliği konusunda iktidarlara sıkıntı verenler dünyanın her yerinde yoksullar, açlar ya da talepte bulunan çaresizler diyelim. Yani bütün göçmenler, yani herkes sıkıntı yaratmıyor. Halkın adaletsizliğe uğramış ve uğrayan bütün kesimleri gibi çareleri çok kısıtlı olan eski olsun yeni olsun yoksul göçmenler sıkıntı yaratıyor. Halkın korkup sinmiş kesimi de aynı sıkıntı etkisini yaratıyor iktidarlar üzerinde. Göçmen kadınlar ise savaştan da yoksulluktan da en çok zarar gören kesim, erkek yakınları ölmüş, yaralanmış, uzakta çalışmak zorunda kalmış veya kaybolmuş vb. durumlarda kalan kadınlar çok perişan koşullarda hayat mücadelesi veriyor. Çocuklarını ve yaşlılarını bu koşullarda yaşatmak ağır yükünü omuzluyor tek başına...

‘Sesi kalbe gidemez’

Ucuz emek cenneti Türkiye’de, daha ucuz emek kadınınki! Bir de ev içi hizmetin değersiz ve ölçülemez olması ayrı tartışma konusu. Buradan aile, eş olma, annelik sorunu üzerinden konuşmak isterim. Robotların yakında yaşamımızda etkin olacağını da varsayarsak nasıl değişecek toplumsal roller?

Robotlu hayatı düşünebilme yetisinden yoksunum... Ancak robot “ikinci cinsin” yani kadının yerini anne olarak alamaz, sesi kulağa gitse de kalbe gitmez, bu kesin. Ev hayatını sevdiğimiz insanlarla birlikte sürdürebilme uğraşını tek bir cinsin yüklenmesi adil değil. İşbölümünün biçimini her bireyin karşısındaki bireyle kendi özellikleriyle yaratacağına inanıyorum. Geleneksel diye adlandırılan ve sömürüye dayanan işbölümünü zaten hiç onaylamadım. Kadın emeğinin daha ucuz olması da yine göçmenlere iş kaptırmamak kaygısıyla aynı. Bin defa yeniden neo olmuş liberalizm rekabet koşullarını geleneksel olana göre ayarlar, ikincil alanı kadına ve göçmene verir. Kadın göçmen de konum olarak aşağı doğru iner.

‘OTORİTER OLAN SEYİSLİK YAPAR’

İki kutuplu dünyanın çökmesi, liberal salgın ve bunun ustaca pazarlanmasıyla hemen her yerde ve özellikle bölgemizde otoriter rejimlerin güçlendiğini gördük. Kadın tartışmalarının da örtünmenin biçimine indirgenip ve buradan tuhaf gündemler yaratıldığına tanıklık ettik. Kadın bedeninin bu türden tartışma konusu olması başlı başına gericilik değil midir? Liberallerin geldiğimiz noktada rolü nedir? Nedir bu modern mahrem?

Bu modern mahrem değil artık baskının her yönden, yani her yandan kuşatması... Birçok genç kadına aç - kapa humması yaşatıldı. Kadının bedeninden ziyade beyni harap edildi bu konuda. Sadece rejimler otoriter değil, popülizm yoluyla halkın hatırı sayılır bir kısmı da otoriterliğin prim yaptığına inanır oldu. Bütün dizilerde erkekler silah kullanıyor ve “o iş bende” diyor, dakikalar içinde olayı “çözüyor”. Kadın “görevliler” de onlara yardım ediyor.

‘Yılgınlık yok, yaşlılık var’

Ayşe Emel ile 12 Mart zindanlarındaydınız, yıllar sonra kızı Zeynep arkadaşınız oldu mahpushanede. Umut/umutsuzluk, yaşlılık, yılgınlık, başarı ya da başarısızlık duygularını nasıl yaşıyorsunuz?

Yılgınlık yaşamıyorum, yaşlılık yaşıyorum... İyi ki de yaşıyorum yoksa ölmüş olurdum. Başarı konusunda her bireyin ölçütleri farklıdır, ben kendimi başarısız bulmam. Hüzünleniyorum ama mizahla süslü...

Her kuşakta tutsaklık yaşamak ve görmek bu ülke vatandaşı için büyük tecrübe, ilkeler görüşler güçleniyor pekişiyor. Bütün bu süreçte sadece muhalif olduğum ve suç işlemediğim konusundaki fikrim lehim görmüş oldu. Umutluyum, önümüz bahar!

Yüksek resmi işlevli okul!

Üniversitelerin tutsak alındığı ortamda, bilimin sesini duyulur kılmaya çabalamak ayrı bir sorun kuşkusuz. Bunca yılın ardından akademisyen ve kadın olarak, tüm süreçleriyle, özellikle 12 Eylül ve sonrasını içine alarak nasıl okuma yaparsınız?

Türkiye, üniversiteler ve akademisyenler için belirlenmiş uluslararası tavsiye kararlarına uymuyor. Akademisyenliğin başlıca ilkeleri arasında toplumsal sorunları araştırmak ve çareler üretmek var. Kendi uzmanlık alanlarında sorunları iktidarlar değil esas olarak akademisyenler belirler; Türkiye’de böyle bir danışma sistemi hep çok zayıftı ve şimdi yok gibi, akademisyenlerin sadece devletin tespit ettiği sorunlara göre şekillenmesi isteniyor. Böylece özgür araştırma büyük ölçüde sınırlanmış oluyor; örneğin zehirli atıkların veya zirai ilaçların verdiği zararları inceleyip sorgulayan akademisyenler suçlu görülebiliyor. Kadın akademisyenler eğer erkek akademisyenlerin bazıları gibi baskın davranmazlarsa sesleri duyulmaz, ürettikleri eserler görmezden gelinir. Erkek gibi davrananlar da zaten toplumsal olarak kadın mücadelesi vermez. Bir spesifik konuda en özgün çalışmayı bile yapmış olsa bir kadın akademisyen yüz yüze ilişkilerde takdir görebilir ama literatürde adı anılmaz. Bu durumun yüzlercesine tanık olduk. 12 Eylül sonrası tabii ki çok zayıf düştü akademik açıdan sonra biraz toparlanır gibi oldu ama son on yılda ve şimdi yaratıcılık, diller bilip kullanma, çok yönlü araştırma, devletin belirlemediği veya önemli görmediği sorunların üzerine giderek eser üretme cesareti kırıldı. Muhalif görüşleri teşvik etme üniversitelerin olmazsa olmazıdır... Bu da çok azaldı, belki birkaç üniversite kısmen üniversite olma vasfını koruyor... Her toplumda bilgi üretme işlevi olan üniversiteler özgürlüğün ana kapısıdır. Özgürlük yoksa üniversite olmaz, yüksek resmi-işlevli-okul olur.

Yarın: ZELİHA BERKSOY

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler