Hiddetin Kadına Yönelik Şiddeti...

Hiddetin Kadına Yönelik Şiddeti...
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 28.08.2011 - 06:39

Neler oluyor, n’oluyoruz? Bu ne hiddet, ne şiddet! Hemen her gün en az üç beş kadın dövülüp yaralanıyor, öldürülüyor; ayrıldığı eşi, terk ettiği nişanlısı, tanımadığı magandalar tarafından. Çöp bidonlarında kesik başlar, kollar, bacaklar bulunuyor; faili meçhul cinayetler; faili ‘malum’ töre infazları sürüyor.

Çocuk yaşta evlendirilen, satılan, kiralanan, anne olan, eşlerin dayağını yiyen, babaların tecavüzüne, amcalarının tacizine katlanan kızlar. İntihar eden genç öğretmenler, hekimler, hatta hâkimler... Ortaçağların “cadı avcılığı” bitti de modern sonrası çağların “kadın temizliği” mi başladı?

Kimi vaazlarda “şeytan”lıkla suçlanan kadından kurtulmak salgını mı sardı ülkeyi? Yoksa manşete çıkaracak olay bulamazsa haberini yayan medya mı abartıyor polisiye vakaları?

Buzdağının küçük tepeciklerini, fısıltı ve söylentileri? Belki bu olasılıkların hepsi.

Dramın gerçek boyutları, yazılıp çizildiğinden daha büyük olmasın sakın?

Yerel parti başkanlarının “Kocam değil mi sever de döver de” deyip sorunu örten eşleri, “Biz de masum değiliz hani, şiddeti hak ediyoruz” diyebilen kadın yazarlar.

Tek bir ana sebebe indirgemek zor olsa da ortada kadına şiddete yönelik bir erkek hiddeti ve öfkesi var. Kadın ve erkek milleti arasında kendimize özgü bir “cinsiyetler savaşı” mı yaşıyoruz?
 

Kadın-erkek eşitliği?

İnsanlar belki eşit doğdu ama kadın ve erkek cinsleri eşit yaratılmadı: Genom’a göre, genetik yapıları, başlıca ırklar arasındaki farklardan daha büyük.

Kültür tarihi boyunca, toplumlar bir yandan bu farkları azaltıp cinsleri eşitlemeye; öte yandan, cinsel işbölümü ve roller bu farkları abartıp iki ayrı millet yaratmaya çalışmıştır.

Öyle ki kültürler, eril ve dişil olarak eşit sayıda doğan bebeklere eğitimle mavi ve pembe kimlikleri veriyor.

Avcı toplayıcılardaki anaerkillik çağından sonra, tarımcı ve hayvancılar binlerce yıl boyunca babaerkilliği geliştirirken; semavi kitaplar, Tanrı Baba’nın vahiy yoluyla erkek egemenliğini onayladığını yazıyor. Sanayi ve kent devriminin ‘İnsan Hakları Bildirgeleri’nde “kadın-erkek eşitliği” gündeme gelmiş ama hayata geçirilememiştir.

Kadının insan olduğu görüşü kabul edilmiş ama eşitlik hukuku gerçekleşmemiştir. Kadının eşitlik hukukunu savunan “laiklik” bazı ilim sözcülerince “Tanrıtanımazlık”, dinsizlik olarak tanımlanıyor.

Değişen davranışlar, direnen değerler

Çağdaş toplumların ikiyüzlü dünya görüşü “söylemde devrimci, eylemde tutucu”dur. Çağdaşlaşma sürecinde gecikmiş olan ülkemizin tutumu pek de farklı değil.

Küreselleşen dünyadaki yapısal sorunlarını, gözü kara bir kentleşme süreci ve tüketime dayalı bir büyüme ekonomiyle çözmeye çalışıyor.

Sağduyunun ve beklentinin aksine, davranışlar kuşaktan kuşağa değişiyor da değerler, “2011 Araştırması”nda açıklandığı gibi direniyor.

Üretimini haftalık pazara satan geleneksel kadın, para ekonomisiyle tanışınca, elinin hamuruyla (!) erkeğin işine karışmakla kalmıyor; erkek egemenliğine rakip olmaya başlıyor. Yakın yıllara değin yaratılan kaynağın yarıdan fazlasını erkekler üretiyor, kadınlar tüketiyordu.

Bugün, modern AVM’lerin giriş katlarında alıcı ve satıcıların büyük çoğunluğu kadın. Sürekli küçülen sanayi ve tarım sektörlerinde erkekler hâlâ çoğunlukta olsa da süratle büyüyen hizmetler sektörü (medya, iletişim, eğitim, turizm, tele-pazarlama) kadınların eline geçiyor.

Kadının tüketim gücü, erkeğin üretime dayalı geleneksel egemenliğini tehdit ediyor. İşsiz erkek topluma yük olurken, çalışan kadın elindeki imkânlarla ailenin geçimini, toplumun sürekliliğini sağlıyor.

Geri dönülmesi hiç de kolay olmayan bir çelişkidir bu. Siyaset, kadının evinde oturup üç çocuk doğurmasını istese de kadın başını bağlayıp seçim meydanlarında oy vereceği partiyi arıyor.

İşi gücü ve geleceği güvende görünen “elit adalı” kuşak dönüşümden hoşnut görünse de, erkek egemen toplumun üstün erkek ülküsüyle yetişen, işsiz ve umutsuz erkek mutlu değil; kaderin bu cilvesinden, çalışan, kazanan, kimseden geri kalmak istemeyen, başkaldıran, boşanan, evini terk eden, özgür kadını sorumlu görüyor olmalı.

Boşanmış kadın başının çaresine bakıyor da terk edilen erkek ortada kalıyor.

Eski eşini, nazlanan sevgilisini bulup cezasını veriyor, sonra da teslim oluyor ya da intihar ediyor. Cinsel devrimin cesur kadınları, yurttaşlık bedelini canları ile öderken, hiddetin kadına yönelik şiddeti cezasız kalmıyor.

Sudan’da sığır besleyen Nüerler’den Çin soylu “mandarin”lere, para ve pazar ekonomisi, hemen her ülkede erkek egemen düzenin alçalan gücüyle kadının yükselen gücünü karşı karşıya getirmiş, kadın-erkek ilişkilerini altüst etmiştir.

Artan hiddet ve şiddet olaylarını sosyal dönüşüme bir tepki olarak çok yönlü araştırmak, sanıyorum ki sorunun sosyal bilimsel yorumuna ve hukuki çözümüne yardımcı olabilir.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon