İletişim Yayınları klasikleri…
Klasikleri okumak insana ne katar? Her çeşit (düşünsel, duygusal, iktisadi) iletişimin olağanüstü ölçüde hızlandığı 21. yüzyılda klasik sayılmak için beklenen süre eskisi kadar uzun değilse de, tarihî perspektif, geçmişe dönük bakış hâlâ önemli.
Modern çağda “klasik”lerle ilgili
isabetli tanımlardan birisini “What is a Classic?” (“Klasik Nedir?”) başlıklı
makalesiyle T.S. Eliot yapmıştır. Eliot, özetle, bir yapıtın klasik olup
olmadığını anlayabilmek için “geçmişe dönük bir bakışa ve tarihî perspektif”e
gerek duyduğumuzu öne sürmüştür.
Sahiden de Shakespeare’in oyunlarının
klasik kabul edilmesi 19. yüzyılı bulmuş; Hamlet’in Romantikler tarafından
yeniden keşfedilmesi için birkaç yüzyıl beklemek gerekmiştir. Dostoyevski, Rus
romanının iki büyüğünden biri kabul edilmeden önce Saltıkov gibi yazarlarla
denk sayılmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sağlığındaki lakabı “kırtıpil
Hamdi”dir. Örnekler sınırsızca çoğaltılabilir.
TARİHİ PERSPEKTİF VE KLASİK YAPIT
Her çeşit (düşünsel, duygusal,
iktisadi) iletişimin olağanüstü ölçüde hızlandığı 21. yüzyılda klasik sayılmak
için beklenen süre eskisi kadar uzun değilse de, tarihî perspektif, geçmişe
dönük bakış hâlâ önemli.
Ancak tarihî perspektif, kendi başına
“klasik” saptamak için yeterli ölçüt değil. Tarihe her zaman belirli seçimlerle
yaklaşırız ve bu seçimler perspektifleri de değiştirir: 21. yüzyılın klasik
yapıttan beklentileri ile İskenderiye Ekolü’nün klasik yapıt tanımı oldukça
farklıdır. Klasik terimini Antik Yunan edebiyatını tanımlamak üzere icat eden
İskenderiye Ekolü, bir dizi biçimsel kurala uygunluğu “klasik olmanın” önkoşulu
saymıştır.
TRAJEDİ, EPİK, ODE, SATİR!
Romalılar büyük ölçüde retorik
temellere oturan bu yaklaşımı devralıp Yunan klasiklerine öykünmeyi klasik
olmanın ölçütü kılmışlardır. Rönesans ise hem Yunan hem de Roma klasiklerini
model alan bir klasisizm tanımına yaslanmıştır.
Klasik tanımının tarihî evrimi
Rönesans’la beraber sabitlenmiş ve Batı’da “klasik” tarz uzun süre Yunan ve
Roma’ya özgü bir üstünlük olarak anlaşılmıştır. Klasik dendiğinde akla
Homeros’tan Juvenalis’e Yunan ve Romalı sanatçıların yapıtları gelmiştir.
Eşzamanlı olarak klasisizm biçimsel kurallara; trajedi, epik, ode, satir gibi
türlerde yetkinlik koşuluna bağımlı kılınmıştır.
ROMANTİK KLASİKLER...
18. yüzyıl sonlarına gelindiğinde,
Romantizm’in ilk kuşak şairlerinin “duyguların kendiliğindenliği”ne verdikleri
önem ile “klasik ilkelere bağlılık” arasında bir karşıtlık ortaya çıkmıştır.
Klasik tarz; biçimsel disiplin, kişisellikten sıyrılma ve nesnellikle eşit
tutulurken Romantikler’in bireysellik, kendiliğindenlik ve dâhilik iddiaları
bir sapma olarak karşılanmıştır. Sonraları Alman romantikleri arasına dâhil
edilecek olan Goethe bile yaşadığı dönemde “klasikleri sağlıklı, Romantikleri
hastalıklı” bulmuştur.
Bu duygu-akıl karşıtlığı çoktandır aşıldı ve bugün Romantiklerin yapıtlarına klasikler arasında yer verip Byron’dan Shelley’e birçok Romantik klasikten söz edebiliyoruz. Ancak 18. yüzyılda; Horace’ın Ars Poetica’sına ya da Aristoteles’in Poetika’sına uymayan bir yapıtın klasik sayılmasının yolu yoktu; Gogol’ün Burun öyküsü gibi yapıtlar ise klasikler arasında değerlendirmeye bile alınmazdı.
REALİZM VE NATÜRALİZM
19. yüzyılda değerlendirme ölçütü
kökten değişti ve klasisizmin biçimsel kurallarına uymayan, gündelik-sıradan
hayattan sahneler betimleyebilen, anlatımda zaman zaman konuşma diline kayan
yapıtları klasik statüsüne yükseltecek olan yeni edebiyat akımları (realizm ve
natüralizm) ortaya çıktı.
Bir taşra doktorunun hayatından uzun betimlemeler
okuduğumuz Madam Bovary’nin ya da bir delikanlının zihninden ölüm ve yaşam,
hastalık ve cinayet, bilim ve hurafeyle ilgili düşüncelerin akışına tanıklık
ettiğimiz Suç ve Ceza; klasisizm ve neo-klasisizmde olduğu üzere biçimsel
kurallara uygunluktan ziyade bireysellik, iç gözlem, ruhsal derinlik, nesnel
gerçekliğe sadakat, olay örgüsü ve anlatımda sahicilik gibi ölçütlere dayanan
yapıtlardı.
Edebi beğeninin demokratikleştiği;
eğitim seferberlikleri sonucu okuma-yazma oranlarının arttığı; ulusal edebiyatların
önem kazandığı bir tarihî evrenin ürünleri olan bu yapıtlarla birlikte “klasik”
payesi belirli bir edebiyatın üst düzey yaratıcılık ürünlerinin hemen hepsini
kapsayan genel bir anlam kazanmıştır.
Çağımızda James Joyce’un Ulysses’i,
Ezra Pound’un Sextus Propertius’u gibi klasik antikiteye dönerek klasikleşme
yoluna girmiş yapıtların sayısı gitgide azalırken 19. yüzyıl - özellikle
romanda - klasik olmanın normu ve ortodoksisini belirlediğinden klasik
dendiğinde aklımıza daha çok Stendhal, Zola, Balzac, Dickens, George Eliot,
Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarlar geliyor.
Üstelik bu yazarların yapıtlarından söz
ederken çok zaman “çağdaş klasik” ya da “modern klasik” deme ihtiyacı da
duymuyoruz; “klasikler”le hangi yazarlar ve yapıtları kastettiğimiz hemen
anlaşılıyor.
MODERNİSTLERİN KARMAŞIK ÜSLUBU
Kuşkusuz 19. yüzyıldan sonra da
edebiyatta klasik kategorisini genişleten buluşlar yapıldı. “Modernistler” dil
ve anlatımın sınırlarını sorunlaştıran; gerçekliğin görünür olmayan, insan
bilincine içkin katmanlarını araştıran özgün üsluplarıyla edebiyatta kalıcı bir
çığır açtılar. Bugün James Joyce ve Virginia Woolf’un yapıtlarını da klasikler
arasında sayabiliyoruz. Modernistlerin karmaşık üslubu klasiklerle ilgili şöyle
bir sonuç veriyor: Klasikleri sevmek, onlardan keyif alabilmek, aynı zamanda
zorlu bir anlama çabasını göze almaktır. Karanlığın Yüreği’nden haz alabilen
bir okurun dümdüz bir kolonyalizm anlatısından keyif almaması muhtemeldir.
‘KLASİKLER İNSANIN DUYGULARINI EĞİTİR!’
O halde, klasikleri sevebilmek
Rönesans’ta yahut 18. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da bir üstünlük
göstergesi midir? Edebiyatta ve hayatta eşitliğe inananlar açısından bunun
doğru bir soru olmadığı besbelli. Bu hiyerarşik bakışla klasikleri kaskatı bir
kibirle sahiplenmekten öteye geçemeyiz.
“Klasikleri okumak insana ne katar?”
sorusu bana kalırsa daha doğru bir başlangıç noktası. Bu sorunun da tek bir
yanıtı yok; yine de klasik bir yapıta gönderme ile, klasikler her şeyden önce
insanın “duygularını eğitir” ve ona hayata empati temelinde bakabilmeyi,
başkalarının gözünden, ruhsal pencerelerinden dünyanın nasıl göründüğünü
görmeyi öğretir, diyebilirim.
Flaubert’in Duygusal Eğitim’ini Cemal Süreya vaktiyle “Gönül ki Yetişmekte” diye Türkçeleştirmişti. Bunun genel olarak klasiklerin okura ne kattığını çok iyi anlatan bir çeviri tercihi olduğunu düşünüyorum, zira insanın kendi gönlünü her yaşta yetiştirmek üzere okuyabileceği birçok klasik var.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- 'Seküler müdür kalmadı'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi