Katılımcı Demokrasi ve Milli İrade

Katılımcı Demokrasi ve Milli İrade
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 04.07.2012 - 06:12

Yeni anayasa Türkiye’nin bu tür demokrasi ayıplarından kurtulması için bir fırsattır. Yeni anayasa ile yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında, birbirlerini denetleyip yanlışları önleyecek bir güç dengesi kurulmalı ve uygulamada bu denge özenle korunmalıdır.

Türkiye, Cumhuriyetle birlikte ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda pek çok gelişme kaydetti. 1930’larda temel sanayilerini kurdu, 1945 sonrasında çok partili demok ratik hayata geçerek demokrasisini geliştirdi. 66 yıllık çok partili siyaset tecrübemize rağmen hâlâ tartışmalı bazı konularımız var.

Cumhuriyet halk egemenliğine dayalı bir rejimdir; demokrasi ise çoğunluk yönetimine verilen addır. Tarihsel süreç içinde, zaten sınırlı sayıda yurttaşın oy hakkına sahip olduğu site devletleri kaybolup ulusal devletler ortaya çıkınca, “doğrudan demokrasi” de “temsili demokrasi”ye dönüşmüştür. Gerçi, temsil konusu, akademik olarak “fiziki temsil mi, fikrin temsili mi?” tartışmasıyla sürse de parlamentolarda görev yapan milletvekilleri kendilerine oy veren yurttaşların temsilcileridir.

Ancak, Türkiye’de yıllardır, yanlış anlaşılan ve farklı anlatılan bir kavram var: Milli irade. Halkın oylarıyla oluşan parlamentolarda iktidarlar, Meclis çoğunluğuna dayanmaları nedeniyle, “halkın iradesini tümüyle kendilerinin temsil ettiği” iddiasındadırlar. Hatta Meclis’teki parti grubuna “siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyen başbakanlar görülmüştür. Oysa demokratik rejim, Meclis çoğunluğuna sahip bir hükümetin, “milli irade”yi temsil ettiği iddiasıyla, her istediğini yapabileceği bir yönetim sistemi değildir. Günümüzde “demokrasi”, çoğunluğun, azınlığın haklarını da gözeterek yönetimi olarak tanımlanmakta; aktif yurttaşları ve sivil toplum kuruluşlarıyla “katılımcı demokrasi” olarak algılanmaktadır.

Günümüz Türkiyesi’nde, TBMM’nin, halkın seçtiği bir organ olarak, her kararı alabileceği ve Meclis çoğunluğuna dayanan hükümetlerin de kimseye hesap vermeyeceği düşüncesine sahip insanlar bulunabilir. Çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaşmayan bu yaklaşımın, Türkiye örneğinden hareketle tarihsel bir açıklamasını da yapabilirler. 1920’lerde, hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında BMM, yasama, yürütme ve sınırlı ölçüde de olsa yargı yetkilerini kullanarak kuvvetler birliğine uygun hareket etmiştir. Meclis, bünyesinden tek tek belirlediği bakanlarla yürütme, İstiklal Mahkemeleri kanalıyla kısmen de olsa yargı yetkisini kullanmıştır. 1924 Anayasası’nın hükümetlere tanıdığı bazı yetkileri, çok partili yaşama geçilmesinden sonra Demokrat Parti hükümetleri de kullanmaya devam etmişlerdir. DP’nin bu gücü ölçüsüz kullanıp, hatta yetkisini aşarak, muhalefet, basın ve yargı üzerinde baskı kurması ülkeyi 27 Mayıs’ta bir askeri darbeye taşıyanlar için de gerekçe oluşturmuştur. O nedenle, 1961 Anayasası biraz da kuvvetler birliğine tepkiyi yansıtır.

1961 Anayasası

1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi, Hâkimler Yüksek Kurulu ve ikinci meclis olarak senato gibi ulus adına egemenlik yetkisi kullanan yeni organlar oluşturmuş ve yasama yürütme yargı erkleri arasında bir denge kurmuştur. 1961 Anayasası’nın getirdiği yeni ulusal egemenlik anlayışına göre, “halk, egemenliği anayasanın koyduğu esaslar doğrultusunda yetkili organlar eliyle kullanır”. Bu organlardan ikisi, parlamento ve hükümettir. Halkın onlara verdiği temsil yetkisi de, sınırsız ve denetimsiz değildir, 4 yıllık süreyle sınırlıdır ve dönem bittiğinde yetki asıl sahibi olan millete teslim edilir. Meclis kararlarının anayasaya uygunluk açısından Anayasa Mahkemesi’nin denetimine açık olması, hükümetin uygulamalarının ise bir diğer yargı organı olan Danıştay’a götürülebilmesi de zaten temsil yetkisinin sınırsız ve denetimsiz olmadığını göstermektedir.

Meclis çoğunluğuna dayanan hükümetlerin “milli irade”yi tümüyle temsil ettiği tartışmasına dönersek, 1982 Anayasası ve bu anayasa doğrultusunda çıkarılan seçim kanununa göre oluşan parlamentoların, yüzde 10’luk seçim barajı nedeniyle seçmenin tüm eğilimlerini yansıtamadığı açıktır. Temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkeleri arasında ikincisini tercih eden seçim sistemimizin seçmen oylarını TBMM’ye yansıtmasındaki çarpıklık, Meclis’in ve hükümetin meşruiyetini neredeyse tartışma konusu haline getirecek düzeydedir. 1980 sonrasında seçim barajını aşamayan partilere oy veren yurttaşlar, Meclis’te temsil edilemezken, yüzde 35-40 oy oranı ile Meclis’te yüzde 60-65 temsil imkânı bulan partiler olmuştur. Seçim barajını aşamayacağını düşünen partiler, bu yüzden bağımsız adaylar yoluyla TBMM’ye girmeye çalışmaktadırlar.

Yüzde 10’luk baraj

Milli iradeyi temsil ettiğini söyleyenler, bunu Meclis’teki çoğunluklarına veya seçimlerde aldıkları oy oranına dayandırırlar. Oysa sandığa gitmeyen seçmenler de vardır, oy verdiği halde seçim barajı nedeniyle oyları sayılmayan yurttaşlar vardır. Geçmiş yıllarda bazı seçimlerde protesto amaçlı olarak sandığa gitmeyen “bilinçli seçmen” örnekleri çokça görül-müştür. Bu hesaplar genellikle pek çok siyasetçinin hele iktidarda ise hiç işine gelmez. Milli iradeden söz edenlerin önce milleti, iradesine konan ipotekten kurtarmaları, yüzde 10’luk barajı kaldırmaları gerekir. Milli iradenin TBMM’ye tam ve doğru yansımadığı durumda, bırakın bir çoğunluk hükümeti başkanını, Meclis’in bile halkın iradesini tümüyle temsil ettiği iddiasını, çağdaş demokrasi anlayışıyla bağdaştırmak zordur.

Yeni anayasa Türkiye’nin bu tür demokrasi ayıplarından kurtulması için bir fırsattır. Yeni anayasa ile yasama yürütme ve yargı erkleri arasında, birbirlerini denetleyip, yanlışları önleyecek bir güç dengesi kurulmalı ve uygulamada bu denge özenle korunmalıdır. Yargının da bağımsız ve tarafsızlığını sağlayacak düzenlemelerle toplumun yargıya güveni de yeniden sağlanmalıdır. Demokrasinin ülkemizde yerleşmesi ve yaşamın her alanında yaygınlaşması için, seçim barajı da dahil, katılımı ve demokrasiyi sınırlayan engeller kaldırılmalıdır. Tabii, bütün bunlar demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak görmekten, ülkeyi herkesin hakkını gözeterek yönetmekten, buyurgan yönetim yerine katılımcı anlayışı benimsemekten geçiyor. Özetle zihniyet değişikliği gerektiriyor.

Dr. Mehmet Kabasakal Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler