Kirletilen Hukuk
Hukuk mesleği ve hukukçuluk hınçlarla, hırçınlıklarla ve cehaletle kirletilmemesi gereken bir temiz alan olmalıdır. Bu nedenle, birkaç kendini ve haddini bilmez, şan-şöhret uğruna siyasetçilerin maşası olmayı kabul eden ruh hastası kişilerin hukuku kirletmelerini en kısa sürede mutlaka önlemek gerekir.
Çeşitli derece öğretim kurumlarında görev yapan “hoca”ların, sınıflarında ders gören öğrencileri hakkında türlü yönlerden değerlendirmeler yapmaları doğal bir olgudur. Hoca, her şeyden önce o kurumda uygulanmakta olan sınav sistemine göre, öğrencilerin bilgi düzeyini sınayarak, onlar hakkında bir “kanaat notu” vermek zorundadır. Bu, kuşkusuz öğrencinin “bilgi edinme” ve “bilgiyi kullanma” yeteneğinin ölçülmesinin ürünü bir “nottur”. Ama, uzun meslek yaşamında işini seven ve bir pedagog gibi ciddiyetle yapan bir hocanın değerlendirmeleri bununla sınırlı kalmaz. Bu öğretmen tipi, görevini yaparken, öğrencilerin öğrenimle ilgili sorunları yanında, ister istemez, onların kimlik ve kişiliklerinin oluşması ile ilgili birçok “özel” ve hatta bazen “mahrem” bilgiye de ulaşır. Bu bilgi, öğrencinin, ekonomik durumu, aile yaşamı, hatta (yaşına göre) gönül ilişkilerine kadar geniş bir alanı kapsayabilir. Önemli olan şudur: Öğrencisini öğrenim süresi boyunca böylece izleyen ve değerlendiren hoca’nın edindiği kanaat, onun (öğrencinin) öğrenim sonrası yaşamı hakkında da önemli ipuçları verir. Onun, okul sonrası iş ve meslek yaşamı ile ilgili herhangi bir nedenle bir değer yargısı verilmesi söz konusu oldukça bu kanaat önemlidir.
Örneğin, öğrenci öğrenimini tamamladıktan sonraki meslek yaşamında her nasılsa “başarılı” sayılacak belli bir konuma ulaşmış ise, onun eski hocalarının hakkındaki değerlendirme ve kanaatlerini öğrenmek ilginç olur. Çünkü, bulunduğu mevki ile bağdaşmayan davranışları tespit edilen eski öğrencisinin “ne mal olduğunu” veya “olacağını” en iyi, onu yakından izlemiş olan öğretmen bilir. Örneğin, yaptığı usulsüz iş ve işlemler nedeniyle kamuoyunda “dile düşmüş” yüksek mevki sahibi birinin, geçmişi kurcalanırken, okul yıllarında nasıl biri olduğunu mutlaka hocalarına sormak gerekir.
Bu konuyla ilgili olarak, ortaöğretimden sonra, hukuk öğrenimi görmek için İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolan öğrencilerle ilgili birkaç kişisel tespitimi açıklamak istiyorum. (Bunlar 1950-1960 ve hemen sonraki yıllara ait saptamalardır): Kaydolan öğrenciler fakültenin birinci sınıf amfisinde dersleri izlemeye başlamalarının hemen ardından (birkaç hafta içinde) fiilen iki kola ayrılırlar: “Büyük Kentliler ve Taşralılar”.
Bu ayrım, kimi istisnalarla, sonraki yıllarda da sürer gider. Bu, bölünme, arkadaşlık ilişkileri ve yakın dostluklar kurulmasındaki süreçleri de belirler. Bu temel ayrımın yanı sıra, daha çok taşralılar cenahında yer alan bazı alt ayrımlar da vardır. Bunların en önemlisi “anti sosyaller” denilebileceklerin yer aldığı ayrımdır. Bunlar, diğer sınıfdaşları ile sosyal ilişkiler kurmakta zorlanan, içine kapanık, mutsuz görünüşlü gençlerdir. Bu nedenlerle, aslında çevrelerinin kusuru olmamasına karşın, kendilerini sınıftaki topluluklardan “dışlanmış”, “izole olmuş” gibi görürler. Bu duygu ve anlayış, onları gitgide daha da yalnız ve gergin yapar. Bu tür dertleri olmayan sınıfdaşlarına karşı bu yüzden gizli gizli “kıskançlık” ve “husumet” duyarlar. Üstelik, bu yapıları nedeniyle, başarılı bir öğrenci grafiği de çizemezler; sınavlarda orta derecenin üstünde not almaları çok nadir bir olaydır. Sonunda, bu antisosyal takım, düşe kalka, ama topluma karşı içlerine işlemiş hınç, husumet ve kıskançlık duygularıyla fakülteden mezun olurlar.
Hedef adalet hizmeti
Hukuk fakültesini bitiren mezunların çoğunun meslek hedefi adalet hizmetidir. Hemen her ülkede durum böyledir. İstisnalar bir yana bırakılırsa, hukuk diploması alanların hepsi yargıç, savcı, avukat veya noter olmak ister. İşte bizim, öğrencilik yaşamındaki “izole” haliyle mezuniyet mertebesine erişen antisosyal gencimizin de hedefi budur. Çevresine karşı üzerinden atamadığı husumet, kıskançlık duygularıyla hemhal olarak, özellikle yargıçlık, savcılık gibi kendisine güç verecek meslek alanına talip olur ve girer. Bu onun için tam bir “tatmin” aracı olurken çevre için patlamaya hazır bir tehlikeli seçenektir. Şimdi artık o, bu aşamada, kendisine “sen” değil “siz” diye hitap edilen bir kişidir. Burada artık, yılların birikimi olan hınç ve husumetin zorlaması sonucunda, bir çeşit “yükselme” (sublimasyon=aşağılık duygusundan kurtulma) çabası ile, bu kez o, herkese “sen” diye hitap etmeye başlar ve vaktiyle yaşadığı ezikliğin öcünü alırcasına görevini yaparken, saygın ve kellifelli kişilere böyle hitap etmenin vazgeçilmez keyfini sürer. Bunlar, aslında, topluma karşı masum sayılabilecek “intikam” davranışlarıdır. Ama daha tehlikeli olan, bu antisosyallerin daha yüksek düzeydeki konumlara geçmeleridir. Örneğin bunlar, siyasal bir tahrikle açılmış bir davada, evvelce huzurlarına kabul edilmek için hiçbir şansları bulunmayan ünlü bir yazarı, bir işadamını, bir generali sorgulamakla görevlendirilmiş olabilirler. Bu olgu, onların birikmiş hınç ve husumetlerini tatmin için rüyalarında bile göremeyecekleri bir fırsattır.
Çoğunun ne doğru dürüst bir kültür birikimi, ne de kendi meslek alanlarında dişe dokunur bir yaratıcılıkları olmadığı halde, çoklukla maşa olarak kullanıldıklarını da bile bile, hemen bu “zevkli” işe koyulurlar. Bu takımın çoğunun yabancı bir kültür diline aşinalığı yoktur. Yabancı/yerli kültür dünyası ile temasları da olmamıştır.
Sevgili Hocam merhum Prof. R.Sarıca’nın deyişi ile yaşamında “Ünlü bir ressamın tablosuna içi titreyerek bakmamıştır; heykel deyince de İstanbul Üniversitesi binasının önündeki anıt aklına gelir!” Kafka’yı belki de Çek milli futbol takımının kalecisi İbsen’i de bir ihtimal İsveç’in milli güreşçisi zanneder.
Bu anlattıklarımın hayal ürünü veya abartılı olduğunu söyleyecek meslektaşlarıma diyeceğim şudur: Çevrelerine derinlemesine baksınlar; hemen yanı başlarındaki çalışma arkadaşlarını “alıcı gözüyle” gözlemlesinler; geçmişi, öğrencilik günlerini, o günlerin yaşantısını ve ilişkilerini anımsasınlar, anlattıklarımı somutlayan bir sürü örnek saptayacaklardır. Ülkemizin adli yaşamının “talihsizliği” de işte buradadır. Hukuk mesleği ve hukukçuluk yukarıda sözünü ettiğim hınçlarla, hırçınlıklarla ve cehaletle kirletilmemesi gereken bir temiz alan olmalıdır. Bu nedenle, birkaç kendini ve haddini bilmez, şan-şöhret uğruna siyasetçilerin maşası olmayı kabul eden ruh hastası kişilerin hukuku kirletmelerini en kısa sürede mutlaka önlemek gerekir.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!