Margaret Atwood'un 'Nam-ı Diğer Grace'i
Günümüzün değerli yazarlarından Margaret Atwood, 1996’da yazdığı "Nam-ı Diğer Grace" romanında yüz yetmiş yıl önce toplumu sarsan cinayetleri romanına konu ediyor.
Grace adında bir kadın
Grace Marks’ın hikâyesi belgeler, mektuplar, mahkeme kayıtları, gazete haberleri ve o günlerde yazılan yorumlar eşliğinde anlatılıyor fakat bu bir belgesel roman değil. Atwood tarihi bir çerçeve içine yeni karakterler ekleyip yan öykülerle kurgusal form veriyor. Tipik bir Viktorya Çağı gotik romanlar dokusunda kurguyu ince dantel gibi işlediğini görüyoruz. Romandaki on beş bölümden her biri, adını geleneksel kırk yama desenlerinden alıyor. On dokuzuncu yüzyıl ortalarında kadınların domestik dünyasına sokuyor okuru.
ÇİFTE CİNAYET
Konu basit: Henüz çocuk yaştaki Grace, yaşlı patronu Kinnear ile genç metresi Nancy’i öldürmekle suçlanıyor. Suç ortağı olduğu sanılan James asılmadan önce tüm suçu Grace’e yüklüyor ve onun şeytanca oyununa geldiğini söylüyor. Grace, ömür boyu hapse mahkûm ediliyor ve cezasının bir kısmını hapishanede, bir kısmını da akıl hastanesinde geçiriyor. Bu arada Grace’in affedilmesini isteyen kilise komitesine bağlı bir grup, Amerikalı ilerici Doktor Simon Jordan’ı Grace’i tedavi etmesi için çağırıyor. Böylece her gün hapishane müdürünün evine temizliğe giden Grace ile Dr. Jordan oturma odasında günlük terapi seanslarına başlıyor.
Grace daha önce mahkemede üç farklı hikâye anlattığı için inandırıcı bulunmuyor, ayrıca cinayetlerin işlendiği gün hakkında bir şey hatırlamıyor. Grace’in gerçeklerine ulaşmak kolay değil bu nedenlerden. İlerleyen seanslarda hiç eğitim görmemiş, kendi çabasıyla okuma yazma öğrenmiş cahil Grace’in bilgi almak konusunda doktordan daha becerikli olduğunu görüyoruz.
Romanın başlarında Atwood’un, Grace’in suçluluğu ya da akıl sağlığı hakkında bir yargıda bulunacağını, onun suçsuzluğunu kanıtlayacağını sanabilir okur fakat yazar bununla ilgilenmiyor. Konu Grace’in suçlu olup olmaması değil, önemli olan Grace’in zekâsını anlatacağı konu üzerinde yoğunlaştırması, söyleyeceği her sözcüğün ağırlığını düşünerek konuşması. Bunları en iyi arada aklından geçenleri dile getirdiği satırlarda anlıyoruz. Diyaloglarla düşünceler bazen karıştırılarak verildiği için hangilerini söyledi hangilerini düşündü bilemiyoruz. Bu Grace üzerinde gizemi arttırıyor.
ÜST SINIFLARIN KORKUSU
Kanada’da 1837’de başlayan halk ayaklanması egemen sınıfların korkmasına neden olmuştu. Gerçi ayaklanma bastırılmış, özgürlük peşindeki “asiler” cezalandırılmıştı ama bir yandan da hemen güneylerindeki ABD’de, o yıllarda bir insanın yetenek ve özverili çalışma sayesinde toplumda yükselebileceği yönünde inanç hâkimdi. Kanada’nın toprak sahibi zenginleri ve Avrupa’dan buraya yerleşmiş aristokratlar, sınıfsal düzenin bozulmasından yana değildi. Bastırılan ayaklanmadan altı yıl sonra iki hizmetkârın patronu öldürüp kaçmaları henüz geçmeyen korkuları yeniden öne çıkarttı. Büyük olasılıkla bu korkular nedeniyle Grace Marks’ın hikâyesi sadece Kanada’da değil, Amerika ve Britanya’da da aşırı ilgi gördü.
O yıllarda Kanada’da kölelik yoktu ama ırkçılık çok yaygındı. 1800’lerin başında yaşanan büyük açlık nedeniyle göç eden İrlandalılara karşı nefret besleniyordu. Bu nefretin izlerini Grace’in hikâyesinde de görüyoruz. Kökeni, ne aksanından ne de davranışlarından anlaşılan Grace’in, mahkeme sırasında İrlandalı olduğu ortaya çıkınca suçlamalar kesinleşiyor.
Atwood’un romanlarında, sınıflar arası eşitsizlik ve kadın sorunu önemli yer tutar. Kadın erkek ilişkilerindeki çekişmeyi en iyi anlatan günümüz yazarlarından biridir. Nam-ı Diğer Grace’de (Çeviren: Özden Arıkan, Doğan Kitap 2017), yazarın sevdiği bütün temaları görüyoruz. 1800’lerin ortalarında kadının toplumsal çaresizliğini özellikle bu romanında çok güzel ele alıyor. “Ünlü cani” takma adıyla anılan Grace aslında on dört yaşında bir çocuk. Hayatı boyunca karşısında çıkan erkeklerin hemen hepsi tarafından tacize uğramış, şiddet görmüş bir genç kız. Aile içinde babasından, iş yerinde patronlardan, akıl hastanesinde doktorlardan, mahkeme sırasında avukatından sürekli kendini koruması gerekiyor. Atwood romanda bu suçlamalarla ilgilenmiyor görünüyor, asıl ilgi çektiği olay bütün bunlarla yaşamış bir kadının zihninin nasıl çalıştığı. Bu durum romana muazzam bir derinlik kazandırıyor. Dr. Jordan nasıl Grace’in zihnine girmek istiyorsa Atwood da kendisi bir katilin zihnine girip onu çözmek istiyor. Grace ise açık vermemeye çalışıyor “Daima bir doğru cevap vardır, onların istediği cevap olduğu için doğrudur bu ve doğru cevabı bulup bulmadığınızı suratlarından anlayabilirsiniz.” Onu sorguya çeken ve bir hayvan gibi içine deşerek derinlerine bakmak isteyenlere ise yanıtı aynı: “… ama ben ona istediğini vermeyeceğim.”
Viktorya Çağı’nda kadın olmak, hayatının her aşamasında bir erkeğin gözetimi altında olmak demekti. Bu, en yaygın şekilde babanın, kocanın ve patronun egemenliği anlamına geliyor fakat onlardan birinin olmadığı yerde kadın tamamen sahipsiz kalıyordu. Grace’in başına gelen de bu. Başkaldırdığı takdirde onu yola getirmek için düzenlenmiş akıl hastaneleri devreye giriyor. Boyun eğmeme gibi bir davranış, toplumun hangi sınıfından olursa olsun her kadın için büyük bir sorun. Bu arada patronların ikiyüzlü ahlakını da gösteriyor Atwood. Emrinde çalışanlardan ahlaklı olmasını beklerken kendi davranışlarıyla onu ahlaksızlığa ittiğinde yine suçlu kadın oluyor.
En Çok Okunan Haberler
- Suriyeliler memleketine gidiyor
- İlber Ortaylı canlı yayını terk etti!
- Yaş sınırlaması Meclis’te
- İBB, Bilal Erdoğan dönemindeki taşınmazları geri aldı
- ATM'lerde 20 gün sonra yeni dönem başlıyor
- Erdoğan'dan flaş 'Suriyeliler' açıklaması
- Lütfü Savaş CHP'den ihraç edildi
- Suriye’de şeriatın sesleri!
- 'Onun ne olduğunu iyi biliyoruz'
- DEM Partili vekillerle 'Suriye' atışması!