Prof. Tanju Tosun: Siyasetin çivisi çıktı
Prof. Dr. Tanju Tosun, siyaset, mafya ve devlet ilişkilerindeki gündemden düşmeyen olayları Cumhuriyet'e değerlendirdi.
Neden Prof. Dr. Tanju Tosun? Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora eğitimini Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. Doçentliğini “Siyasal Hayat ve Kurumları” alanında aldı. Türkiye siyasal hayatı, karşılaştırmalı siyaset, oy verme davranışı ve seçimlerle ilgili yayımlanmış kitapları, çeşitli kitap bölümleri var. YÖK bursuyla Washington DC’de Middle East Institute isimli düşünce kuruluşunda Turkish Studies Center’da kıdemli araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de şiddet, sonunda siyasetin diline de bulaşırken mafya-siyaset- ticaret ilişkileri yeniden gündeme geldi. Tüm bunlar 2023 seçim anketlerine yansımaya başlayınca bize de akademik ilgi ve çalışma alanları Türkiye Siyasal Hayatı, Oy Verme Davranışı, Karşılaştırmalı Siyaset, Seçim Analizleri başlıklı çalışmaları bulunan olan Prof. Tosun’a sormak kaldı.
- Erdoğan’ın “Gelin Hanım” söyleminin ardında, “ben onu bir siyasi aktör olarak yok sayıyorum, benim için ifade ettiği anlam siyaset alanının dışında, karşı cins kimliğiyle sınırlı” olduğu şeklinde bir mesaj yatıyor.
- İktidarın sayısal çoğunluğu kaybetmeme adına korku siyasetinin dozunun artırılması olasılık dahilinde. Türkiye sağının muhalefette demokrat, iktidarda otoriter uygulamalara yönelmesi alametifarikası.
- Hukuk dışı eylemlerle somutlaşan korku siyaseti, gündelik hayatta hem üreticisi iktidar elitleri hem de tüketmek zorunda kalan sade yurttaşlar nezdinde bir karşılık buluyor.
- MHP için Bahçeli’nin vereceği karar, işaret edeceği isim önemli. Yoksa, Soylu politikada devam kararı alırsa, artık MHP içinde dengeleri değiştirebilecek bir ağırlığa sahip değil.
- “Peker videolarını izledin mi” sorusu özellikle muhalif cemaatte görüntü ve sözler üzerinden neredeyse politik katılma, iktidarı sanal sorgulama mesaisine dönüşmüştür.
- Eleştirinin dahi sorgulandığı bir ülkede videolar politikaya bu mecrada tek yönlü sanal katılım işlevi sağlıyor. Politik katılımın seçimlerle sınırlandığı bir ülkede yaşananlar kaçınılmaz tabii ki..
- Yaşananlar en genel anlamda siyasetin çivisinin çıktığının kanıtı. İnsanlığın tarihsel seyri gücün yerini hukukun alması doğrultusundadır. Hukuk, adaletin mimarı, adalet ise refahın, hakça paylaşımın aracıdır.
- Ne hesap soruluyor ne hesap veriliyor. Hal böyle olunca siyasette mutabakat yitimi, meşruiyet krizi kaçınılmaz. Sonuçta krizlerle boğuşan Türkiye, her daim kendi kendine yenik düşüyor.
- Görünürde durum politik körlüğe karşılık gelse de iç dünyalarında politik fırtınalarla baş etmeye çalışan bir toplum olduk.
- Hak, hukuk, sosyal adalet ve adil paylaşım, üretken ekonomi temelli bir ülkede yaşasaydık, bu videolar ancak bir magazin haberi olabilirdi.
- Sedat Peker'in videoları gündemi belirlemeye devam ediyor. Son videoda hedefine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı koydu. “Senin hiçbir gücün yokken ben vardım, onlar yoktu” dedi. Bu sözleri nasıl okudunuz?
Sedat Peker ilk videodan itibaren devlet makamlarıyla, bu makamlarda görev yapanları birbirinden ayırmaya özen gösteriyor. İçselleştirdiği soyut kutsal devlet algısı nedeniyle vermek istediği mesajlar bir yandan topluma, diğer yandan hedefe koyduğu o makamlarda görev yapan bazı isimlere yönelik. Erdoğan’a saygısı da ağırlıklı olarak devletin birlik ve bütünlüğünü temsil eden makamda bulunuşuyla ilgiliydi. Söz konusu cümlesiyle, düzenlediği siyasi etkinlikler (destek mitingleri vb) nedeniyle Erdoğan’ın politik kariyerinde pay sahibi olduğu şeklinde dolaylı bir iddia ile kendisine pay çıkarmak istiyor. Erdoğan’ın Soylu’yu destekleyici son açıklamalarının Peker’i rahatsız ettiği açık. Bundan sonraki süreçte kurumsal olarak devlete yine toz kondurmadan, fakat kendisiyle “pazara kadar” yürünmüş olduğuna inandığı ruh halinin tetiklediği “feda edilmiş olma” psikolojisiyle artık Cumhurbaşkanlığı makamı ile bu makamdaki kişiyi ayırabileceği anlaşılıyor.
- Erdoğan ve Bahçeli’nin 24 gün sonra ve art arda açıklamalarla Soylu’ya sahip çıkması samimi mi?
İki liderin Soylu’ya sahip çıkması beklenen, olağan bir refleksti. Kanımca bunda, iktidara yönelik toplumsal desteğin erimekte olduğu bir konjonktürde hangi gerekçeyle olursa olsun, tarafların bir bakanı feda etmesinin kendi kitlesi nezdinde ciddi bir itibar kaybına yol açacağı düşüncesi etkili olmuştur. İddiaların doğruluğu ya da yanlışlığı üzerinden değil, AKP içi dengeler, ittifak bileşenleri arasındaki ilişkilerin bugünü ve geleceği hesaplanarak refleksin geliştirildiğini düşünüyorum. Neredeyse bir aya yakın beklemenin ardından iki liderin açıklama yapması tabii ki çok normal değil. Fakat, iki partinin oy kayıplarının sürdüğü veri alınırsa, en makul açıklamanın ne olması gerektiği konusunda AKP içinde ve Erdoğan ile Bahçeli arasındaki görüşmelerin ardından kendileri için makul açıklama konusunda fikir birliğine varıldığı anlaşılıyor. O da tanıdık makul: “Saldırıların hedefi Türkiye.” Bu sloganın iki partinin seçmenleri arasında alıcısının çok fazla olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Soylu’ya yönelik destek anlamında birtakım kırılmaların varlığı muhtemel olsa bile bunun işlevsel olup olmadığı önemli. Günün sonunda konuya ilişkin kamuoyuna aykırı ses yansımadığına göre, muhtemelen süreci iyi yönettiklerini düşünüyorlar.
- Soylu’ya karşı AKP’de bir muhalefet olduğunu düşünüyor musunuz? Soylu’yla ilgili siyasi okumalarınız MHP yolunda olduğunu gösteriyor mu?
AKP içinde Soylu’ya karşı özellikle Berat Albayrak ve taraftarları ile ne kadar kalmışsa Milli Görüş geleneğinden gelenlerin bir tepkisi olduğu konusunda değerlendirmeler mevcut. AKP geleneğinde karizmatik liderlik şahsında somutlaşan tavandaki particiliğe bağlı olarak aktörlerin Erdoğancı söyleme göre parti içi konular hakkında refleks geliştirdiklerini dikkate aldığımızda, ancak onun istemesi durumunda ve ölçüde Soylu’ya karşı bir muhalefet geliştirilmesi mümkün olabilirdi. Erdoğan, tavrını Soylu lehine koyduğu için, cılız muhalefet varsa da anlam ifade etmiyor. Soylu, Erdoğan sonrası politikada olmayacağını açıklamıştı. Diğer yandan, Soylu’nun son dönemde ideolojik kimliğindeki milliyetçi derinlik dikkate alındığında, MHP ile Soylu isimlerini yan yana koymak spekülatif olmaz. Burada Bahçeli sonrası MHP için Bahçeli’nin vereceği karar, işaret edeceği isim önemli. Yoksa, Soylu politikada devam kararı alırsa, artık MHP içinde dengeleri değiştirebilecek bir ağırlığa sahip değil. Bu, Soylu’dan ziyade her katı ideolojik partideki gibi, MHP’nin parti içi kurumsallık anlamında katı ve güçlü oluşuyla ilgili bir durum.
- Daha birkaç yıl önce Barış Akademisyenlerine kan banyosu yaptırmakla tehdit eden Peker’in açıklamalarının mutlak doğru kabul edilemez elbette, ama yine de yargının suçlamaları ciddiye alması, harekete geçmesi gerekmiyor mu?
Sedat Peker’in açıklamaları ile hareket edilemeyeceği ilkesel anlamda anlaşılabilir olmakla birlikte, iddiaların yoğunluğu ve çok boyutluluğu dikkate alındığında, olağan, işleyen bir demokrasi ve hukuk devletinde iddialar karşısında yargının herhangi bir talep olmasa dahi harekete geçmesi gerekir. Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti adına zafiyetler tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Yargının bireylerden politik aktörlere uzanan çizgide siyasal aidiyetleri referans alarak süreçlere müdahil olması, yargıya ilişkin güven kaybının azalması gibi bir sonuç üretmektedir. Bu da son tahlilde yargıyla birlikte siyasetin kurumlarının meşruiyetine dair negatif algıları artırmakta, siyaset itibar kaybetmektedir.
- Üzerinde düşünmedikçe sorunlar karşısında körlük mü oluşuyor? Sedat Peker videolarını merak şeklimiz de tuhaf; sanki çok heyecanlı bir dizi film bekler gibiyiz... Bu ruh hali skandal üstüne skandal yaşayan ağır gündemli bir ülkede kaçınılmaz mı?
Kişi başına geliri 10 bin doların altında, sefalet endeksi sıralamasında zirvedeki ülkeler arasında olan, her alandaki hak ve özgürlükler sıralamasında diplerdeki bir ülkenin yurttaşları olarak tüm bu yaşadıklarımız normal diye düşünüyorum. Görünürde durum politik körlüğe karşılık gelse de iç dünyalarında politik fırtınalarla baş etmeye çalışan bir toplum olduk. Varoluşun doğası gereği koşullarımızı belirleyen ve çerçeveleyen; kimin nasıl yönettiği, kimin kime neyi nasıl dağıttığı siyasetle ilgili. Soruların yanıtlarını hep birlikte deneyimliyoruz. Tablo ortada. Hak, hukuk, sosyal adalet ve adil paylaşım, üretken ekonomi temelli bir ülkede yaşasaydık, bu videolar ancak bir magazin haberi olabilirdi. Şimdi ise muhalefet bir yana, iktidar yanlıları dahi Geoff Mungan’ın AntiPolitik Çağda Politika isimli eserinde televizyon için kullandığı, günümüzde sosyal medya olarak uyarlanabilecek mecralarda adeta bir politik ritüel ve birlik ayini olarak YouTube videoları izliyor. James Carey’in de belirttiği üzere ritüelistik bir temeli olan iletişim özünde paylaşma, katılımdır. Bugünlerin popüler sorusu olan “Peker videolarını izledin mi” sorusu özellikle muhalefet için bir aidiyet duygusu, muhalif cemaatte görüntü ve sözler üzerinden neredeyse politik katılma, iktidarı sanal sorgulama mesaisine dönüşmüştür. Meseleye bakarken, dünün ana akım medyasının politik körlüğünü de göz ardı etmemek gerekir. Eleştirinin dahi sorgulandığı bir ülkede videolar politikaya bu mecrada tek yönlü sanal katılım işlevi sağlıyor. Politik katılımın seçimlerle sınırlandığı bir ülkede yaşananlar bu anlamda normal ve kaçınılmaz tabii ki.
- İç/dış siyaset, her haliyle ekonomi felç. Hukuksuzluk, yoksulluk, yolsuzluk ortada. Liyakat yoksunluğu, ama asıl kimsenin bedel ödememesi, cezasını çekmemesi skandal. Ve “başka neler neler olacaksa”?
Yaşananlar en genel anlamda siyasetin çivisinin çıktığının kanıtı. İnsanlığın tarihsel seyri gücün yerini hukukun alması doğrultusundadır. Hukuk adaletin mimarı, adalet ise refahın, hakça paylaşımın aracıdır. Demokratik medeniyetler bu örüntüye sahipken, bizim gibi rekabetçi otoriter ve Emilio Gentile’nin kavramsallaştırdığı sahne demokrasilerinde hukuksuzluk, gelir dağılımında adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk meselelerini aşamıyoruz. Ne hesap soruluyor, ne hesap veriliyor. Hal böyle olunca siyasette mutabakat yitimi, meşruiyet krizi kaçınılmaz. Sonuçta krizlerle boğuşan Türkiye her daim kendi kendine yenik düşüyor.
- Ve bunlar “daha iyi günlerimiz”!
Zaman zaman umutsuz olsam da umudu tüketmenin de ciddi anlamda bir sorun olduğunu düşünüyorum. Umutluyum son tahlilde. İstanbul seçimlerini hatırlayalım: Ben seçmenin sağduyusuna güveniyorum. İktidarın dili muhalefete ve topluma karşı şiddetli ama, diğer yandan da önümüzde ne olursa olsun bir seçim var, sandık var. Türkiye’de legal hiçbir siyasal hareket kendi ikbali uğruna sandığı deviremiyor. Sandık belirleyici olduğu için politik söylemlerinde ciddi bir siyasal kutuplaşmadan medet umsalar da son tahlilde yüzünü seçmene dönüyorlar. “Acaba seçim yapılır mı, yapılsa da sonuç ne olur” gibi bir yaklaşım da var. Burada yine İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimine bakmak gerekiyor. Dolayısıyla Türkiye’de umutsuz olmamak gerekiyor.
HEM “GELİN” HEM “HANIM” ADLANDIRMASI TESADÜF DEĞİL
Meral Akşener, 20 Mayıs’ta ziyaret için gittiği Rize’de saldırıya uğradı.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İYİ Parti lideri Akşener’e “Gelin hanım” hitabında küçümseme var mı?
Bu hitabın ardında, kendisini destekleyen seçmen kitlesine “Ben onu bir siyasi aktör olarak yok sayıyorum, dikkate almıyorum, benim için ifade ettiği anlam siyaset alanının dışında, karşı cins kimliği ile sınırlı, bir politik özne olarak yok hükmünde” olduğu şeklinde bir mesaj verme isteği yatıyor. Aslında Erdoğan, Akşener’in kendisi için çok güçlü bir rakip, siyasetin yükselen yıldızı olduğunun farkında. Kadının adı olmayan, erkeklik hallerinin egemen olduğu bu coğrafya ile kültürde, Akşener’in yöre ile irtibatının eş durumunun ötesinde bir anlam ifade etmediği algısı yaratılıp Karadenizlilerle arasına mesafe konarak, İYİ Parti’nin yöredeki potansiyel yükselişinin de önünü kesme isteği olduğu kanaatindeyim. Hem gelin, hem de hanım adlandırması tesadüf olarak yan yana getirilmemiştir. Siyasette yerliliğin çok baskın olduğu Karadeniz’de seçmenlere “şimdi sizin yanınızda, ama sizin coğrafyanızın yerlisi olmayan”, üstelik elinin hamuruyla erkek işi siyasete bulaşan “hanım” olarak resmedilme isteği de göz ardı edilmemeli. Hangi açıdan bakarsak bakalım, bu politik dil geleneğin her türlü kültürel kodlarını referans alan, eşitsizlikçi, dışlayıcı, onun aracılığıyla karşısındakini tanımlayan bir dil.
- “Gayet güzel bir ders verildi. Yine dua et ki çok ileri gitmediler. Daha neler olacak neler” söylemi bundan sonra korku siyasetinin dozunu artıracağının işareti mi?
Söylem bağlamında bakıldığında, ardındaki maksat Akşener ve İYİ Partililere yönelik girişimi olumlama, tasvip etme, meşru görme odaklı, çünkü, girişimde bulunanlar iman eder derecesinde Erdoğan’a bağlı politik müminler ve onlar yanlış yapmazlar! Ders verirler. “Daha neler olacak neler” cümlesi, şartlar hasıl olduğunda had bildirmeye kadar uzanabilir. Söylemde belirginleşen, son yıllarda çeşitli hukuk dışı eylemlerle somutlaşan bu korku siyaseti, gündelik hayatta hem üreticisi iktidar elitleri, hem de tüketmek zorunda kalan sade yurttaşlar nezdinde bir karşılık buluyor. İktidar elitleri kitlenin baskı, yaptırım yoluyla sessizce köşelerine çekilmeleri karşısında daha cüretkâr davranabilmekte, bu da korku siyasetinin kurumsallaşmasına aracılık etmektedir. İktidarın sorunsuz sürdürülebilirliği için sayısal çoğunluğu kaybetmeme adına korku siyasetinin dozunun artırılması olasılık dahilinde tabii ki. Bu büyük ölçüde Carl Schmitt’in siyasalın var olması için bir dost-düşman tasavvuruna ihtiyaç olması gerektiğini vurgulayan yaklaşımıyla örtüşüyor. Fakat unutmayalım ki Türkiye dünyanın bir ucunda ıssız bir ada değil. Uluslararası politik taahhütleri, ekonomik ilişkileri, uluslararası toplumla bağları veri alındığında, sınırın aşılmasına cesaret etmek de pek akıllıca değil.
- Zayıflayan ve otoriterleşen sağ iktidarların sonunda gireceği yol bu mudur?
Türkiye sağının muhalefette iken demokrat, özgürlükçü politik söylem, iktidara geldiklerinde ise onu kaybetmeme adına otoriter uygulamalara yönelmesi alameti farikası. Bugün olduğu şekliyle bir korku siyasetine benzer siyaset tarzı özellikle merkez sağın geçmişte uç sağ partilerle formel ya da informel ortaklıklar söz konusu olduğunda yaşanmıştır. 1980 öncesi AP’nin kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetlerini hatırlayalım. Milliyetçi ve siyasal İslamcı iki uç parti AP’yi merkezden uzaklaştırıp kimi politikalar itibarıyla yanlarına doğru çekmişti. Bugün ise iktidar ortaklarını merkeze yaklaştıracak bir merkez ideoloji bağlantılı parti olmadığı dikkate alınırsa, mevcut tabloyu okumak kolaylaşabilir. Sonuç olarak, bir yandan sağ geleneğin politik kültürel kodlarındaki otoriterliğe yatkınlık, diğer yandan seçmen desteğinin zayıflaması doğaldır ki bu yola girmeyi kolaylaştırıcı rol oynamaktadır.
- Erdoğan, 2023’e kadar erken seçim olmadığını söyledi. Memleket bu haliyle bu tabloyu o zamana kadar taşır mı?
Mevcut tablodaki iktisadi, politik göstergeler veri alındığında, seçimin zamanında yapılmasından ziyade, erkene alınması ağır basıyor. Seçmen desteğinin kırılgan olduğu demokratik ya da rekabetçi otoriter siyasi rejimlerde ekonomik, politik istikrarsızlık şiddetliyse, uzun vadeli planlama yapmak zor. Seçimin zamanına dair öngörüyü de bu bağlamda düşünmek gerekir, çünkü, sürdürülebilir bir istikrar olmadığı, özellikle ekonomi politikalarıyla ilgili olarak, sizin dışınızdaki değişkenlerin ülkenin kaderini tayinde etkili olduğu durumlarda, seçim tarihi anlamında sürprizler olağandır. Erdoğan 2023’e kadar erken seçim olmayacağını söylese de veri ekonomik koşullar, iktidar blokunun seçmen desteğindeki aşınmalar erken seçim dışında seçenek bırakmayabilir. Tam tersi de olabilir mi? İmkân dahilinde olsa da kolay değil. Özellikle toplumdan gelen talep şiddetlenirse, iktidarın zamanında seçimi diretmesi aleyhine olabilir.
- Muhalefet üst üste Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme Geçiş programı açıklıyor. Nasıl buluyorsunuz?
Muhalefetin bir süreden beri dillendirdiği Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerileri somut metinlere dönüşmeye başladı. En son İYİ Parti, İyileştirilmiş ve Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisini kamuoyuna açıkladı. Diğer muhalefet partilerinin de çalışmalarını tamamladıkları veya tamamlamak üzere oldukları biliniyor. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi dünya örnekleriyle karşılaştırıldığında en kısa ömürlü hükümet sistemi olmaya aday. Siyaset bilimciler Alvarez, Przeworski ve arkadaşlarının 1950-1990 dönemine ait 140 ülkenin verilerini inceledikleri çalışmalarında, ekonomi gerilediğinde başkanlık sistemlerinin 16 yıl yaşayabildiği sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye ekonomisinin durumu ortada. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerilerinde, parlamenter sistem deneyimimizin geçmiş zafiyetlerini sona erdirme odaklı, denge-denetleme, yumuşak kuvvetler ayrılığı, hesap verebilirlik, etkin, işleyen devlet, şeffaflık, katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçülük, yasamanın güçlendirilmesi, sürece yurttaş katılım merkezli, hükümet istikrarsızlıklarını önleme adına yapıcı güvensizlik oyu benzeri kurumsal takviyeler öngörüldüğü anlaşılıyor. Önerilerin Türkiye’de demokratik gerilemenin durdurulması, çoğulcu, katılımcı bir sistemi yeniden inşa etme adına çok önemli olduğunu düşünüyorum. Siyasi partiler ve seçim kanununda değişiklik konusunda yeteri kadar cesur olamadıkları ise ortada. Partilerin iç işleyişinin, organlarının seçim yönteminin demokratikliği, seçim kanunu yoluyla siyasi temsili güçlendirecek ezber bozucu öneriler geliştirecek adımlar atılabilirse, demokratik gerilemeden demokrasinin pekişmesine yönelim daha hızlı olur.
NATO'DA POZİTİF GELİŞME OLMAZ
- NATO’da Biden’la görüşme için gün sayılıyor... Erdoğan oradan ne alıp gelirse değişir gidişat?
Buluşma ABD’de Türkiye’ye ilişkin negatif bakış açısının artmakta olduğu bir dönemde gerçekleşecek. İki ülke arasında savunma, güvenlik, dış politika, insan hakları ve demokrasi merkezli meselelere bakış konusunda keskin farklılıklar mevcut. Buluşma öncesi Erdoğan ABD’li şirket üst düzey yöneticileriyle yaptığı toplantıda kimi görüş ayrılıklarına rağmen, Ortadoğu, terörle mücadele, enerji, karşılıklı ticari ilişkiler, yatırımlar konusunda işbirliği potansiyelinin altını çizmişti. Muhtemelen görüşmede iki ülke arasında ticari işbirliği ve Türkiye aleyhine ticari sınırlamaların kaldırılması talepleri Biden’a iletilecek. ABD’nin Türkiye’nin taleplerini alıp süreç içinde kararını insan hakları ve demokrasi durumunu dikkate alarak vereceğini düşünüyorum. Pozitif gelişme olacağı kanaatinde değilim.
- Yetkinreport’ta Murat Yetkin’in içerden bilgiye dayandırdığı yazısına göre Erdoğan’ın Amerikan şirketlerine “Siz yatırım getirin, ben kolaylık sağlarım, Biden ile olabildiğince uzlaşma yanlısı olacağım” mesajı verdiği anlaşılıyor... Bu durumda fotoğraf değişir mi?
Tabii hemen ardından yaşanan gelişmeye de bakmak lazım. Cuma günü 650 milyar dolarlık iki ABD’li fon Türkiye’den çekilme kararı aldı. Kaliforniya Eyalet Senatosu’nda oylamaya katılan senatörlerden 36’sı bu kararı onayladı. Türkiye lehine tek bir oy bile çıkmadı. Amerika’nın ekonomik çıkarları, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde demokrasi, insan hakları ve hukukun her zaman önündedir ama son tahlilde Türkiye’deki demokrasi, insan hakları standartlarının güçlenmesi, öngörülebilir bir ülke olma anlamında önemli... Yani Amerikan ekonomisi için öngörülebilirlik önemli. Ve bunun altyapısını politik standartlar belirliyor.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- 'Seküler müdür kalmadı'