Selim İleri: 'Bizde bir midyeleşme var!'

Usta edebiyatçı Selim İleri ile yeni romanı ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’u konuşmak üzere Arnavutköy’de Vira Vira’da buluştuk. Söyleşimizde başa yeni romanı ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’u (Everest Yayınları) ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı koyarak sağlığından vasiyet romanına, dostluklarından okurlarına, dünyanın gidişatına kadar pek çok anıya, isme ve konuya yakın plan yaptık Selim İleri’yle.

Selim İleri: 'Bizde bir midyeleşme var!'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 17.09.2020 - 08:10

Fotoğraflar: KURTULUŞ ARI

Usta edebiyatçı Selim İleri ile yeni romanı ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’u (Everest Yayınları) konuşmak üzere Arnavutköy’de Vira Vira’da buluştuk. Selim İleri, Vira Vira’nın uzun yıllardır müdavimi. Öyle ki 70’li yıllarda yazar olmaya heveslendiğini söylediği ilk yıllarında büyük şair Edip Cansever’in onu getirdiği, sonrasında da Armağan İlkin ve eşi Altan İlkin ile dördünün on beş günde bir Cuma akşamları geldikleri bir mekân. O zamanki ismiyle Arnavutköy’ün meşhur meyhanesi Kaptan.

Söyleşimizde başa yeni romanı ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’u ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı koyarak pek çok isme ve konuya yakın plan yaptık Selim İleri’yle.

‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’; Selim İleri’nin; dilini, yapıtlarını, toplumsal ve felsefi altyapısını içselleştirdiği, çözümlediği; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yapıtları, hatıraları, roman kahramanları, anıları üzerinden Tanpınar'la konuşmaları…

Tanpınar’ın bir okuru olarak kendisinde bıraktığı birikimi kendi yazdığına aktarmaya çabası… “Araştırmacı gazetecilikten aşırdığım bir yöntem” diye tanımladığı, Tanpınar’a yönelttiği sorular ve çözümlemeler eşliğinde, tatlı sert çatışmalı akan bir biçemde yazılı…

Yaşamında bir arayüz, altyazılım gibi bütünlenen Tanpınar’la aralarındaki özdeşlik, kesişme ve bileşmenin dışa vurumu… Tanpınar’la birlikte tarihin sayfalarına karışmak üzere bir yol alış, bir yanıyla büyülü gerçekçi bir var ve yok oluş alıştırması…

Sabahattin Eyüboğlu, Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek’in Tanpınar’la kesişmeleri…

Peride Celal, Behçet Necatigil, Kamuran Şipal ve Doğan Hızlan’la yakın dostlukları…

Doğup büyüdüğü, git git yaşlanmaya koyulduğunu ifade ettiği, yaşamının neredeyse tümünün geçtiği, hep büyülendiği, esinlendiği fakat tarihi dokusunun git gide yok oluşundan büyük üzüntü duyduğu İstanbul sevdası…

Koronavirüs tahakkümündeki dünyada toplumları nelerin beklediği, bugüne ve geleceğe ilişkin düşünceleri…

Kişisel, toplumsal, yazınsal ve sanatsal her perdede ezberlerin bozulmasına yorumu, tepkisi…

Dizi ve sinema deneyimleri…

Sağlığı, yeni tasarıları…

Öldükten sonra yayımlanmak üzere yayınevine teslim ettiği vasiyet romanı…

‘ENİŞTEMİN KÜTÜPHANESİNDEN KİTAP ÇALARDIM!’

- Ahmet Hamdi Tanpınar öldüğünde ortaokul öğrencisiydiniz dolayısıyla onunla hiç tanışamadınız.

Evet ama belki de aynı yollardan geçtim, aynı semtte oturduk çünkü. O da var romanda. Muhakkak rastlaştık ama fark etmedik birbirimizi belki de. Orası metafizik artık.

- Tanpınar’ın ilk okuduğunuz kitabı Yaz Yağmuru? Eniştenizin kitaplığında rast geliyorsunuz…

Eniştem doktordu. İyi bir okuyucuydu, çok güzel bir kütüphanesi vardı. Ben de ilkokuldan beri kitaplara çok meraklıydım. Evlerine gittiğim vakit kimse yokken kitaplığı karıştırır, araştırır, çalardım!

Yaz Yağmuru’nu ismine kapılarak okumuştum. Ahmet Hamdi Tanpınar adını hiç duymamıştım. Hafifçe ceketin cebine atıp eve götürmüş, okumuştum. İlk öyle başladı.

Yaz Yağmuru aynı zamanda kitabın ilk hikâyesiydi. Okumaya çalıştım hem anlatımı hem anlattıkları bana ağır geldi, pek çözemedim. Çok uzun sürdü bu beş altı yıl belki.

Büyüleyici bir tarafı vardı, cümlelerin şiire çok açık olması çok etkilemişti ama bir türlü hikâyenin içine giremiyordum. Çünkü hikâye konu olmayan derin bir atmosfere dayalıydı. O yüzden tam tadına varmam için lise çağına gelmem gerekti.

Tanpınar’dan çok sonra yazmış yazarlarla modern edebiyatı tanıma şansım oldu; Oktay Akbal, Nezihe Meriç gibi. Onlardan geri dönerek Tanpınar’a ulaştım.

‘BU ROMANI HAYATLA ÖLDÜRÜLENLERE YAZDIM’

- “Bu romanı hayatla öldürülenlere yazdım.” Hüzün artarak sürüyor Selim İleri’nin yazınında. Kaleminizde edebiyata dönüşüyor hüzün. Biz okurlar şanslıyız ama yazarı için aynısını söylemek zor bu durumda…

Sormayın, okurlar da bıktılar artık diye korkmaya başladım. Bundan kurtulmak istiyorum aslında hatta neredeyse tedavi görmem gerektiğini düşünecek kadar istiyorum. Bu melankoliye dönüşen zaman zaman beni çok yoran, altından kalkamayacak hale gelmekten ürküten bir noktaya geliyor.

Artık hiç ama hiç sevmediğim yaş almakla mı, yaşadığımız ortam, olaylarla mı ilintili ya da insanın belli bir yaşa gelince hayatında çok yeri olan insanları birer ikişer yitirmiş olmasıyla mı, onları hatırlamanın çok yorucu, üzücü olmasıyla mı… Belki de hepsi…

‘TANPINAR’DA KENDİMİ BULMAYA ÇALIŞIYORUM’

- Tanpınar’la birlikte tarihin sayfalarına karışmak üzere bir yol alış, bir yanıyla büyülü gerçekçi bir var ve yok oluş alıştırması sizinkisi… Merhaba ve kimi elvedalarla örülü. Ahmet Hamdi Tanpınar, Selim İleri’nin yaşamında bile isteye günümüz teknik terimleriyle ifade edersem; bir arayüz, altyazılım gibi. Öylesine bütünlüyor…

Çok teşekkür ederim. Kesinlikle böyle bu. Onda kendimi bulmaya çalışıyorum. Ömür boyu Tanpınar farkındalığım oldu ta en başından bu yana o en anlamadığım zamanda bile.

- Öyle ki içsel otobiyografiniz Tanpınar’ınkiyle kimi bileşiyor da.

Neredeyse...

- Daha farklı bir biçemle üstelik…

- Evet, bugüne kadar yazdıklarımın bir devamı muhakkak ama bir yandan da bakış açısı olarak çok farklı, alıştığım üslup ve tekniğin dışına çıktım. Bu çok bilinçli olmadı.

Bir tür biyografik roman yazmak istemiyordum. Ne olabilir diye düşünürken kendiliğinden çeşitli tekniklerin iç içe geçtiği böyle bir yapı çıktı.

İç sorgulama üzerinden giden farklı bir roman ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’. Metin Celal’in nitelemesiyle türler arasında gidip gelen bir mimarisi var.

Sonuna yazacaklarım hariç hiçbir aşamayı planlamadım. Sezgisel ilerledi. O sezginin beni bıraktığı çizgiden, rotadan ilerlemeye çalıştım.

‘BANA ÖBÜR TARAFTAN YANLIŞ YAZDIRIYORDU!’

- Tanpınar’a yönelttiğiniz sorular ve çözümlemeler okumanın o rotasında önemli yer tutuyor. O anlarda araştırmacı gazeteciliğe yaklaşıyor metin…

Araştırmacı gazetecilikten aşırdığım bir yöntem, evet. Okur olarak bende bırakmış olduğu birikimi kendi yazdığıma aktarmaya çalıştım.

Aslında hiçbir olayı olmayan bir kitap bu ama dediğiniz yöntemle iç yapısında bir gerilim ve akıcılık yaratmaya çalıştım.

- Tanpınar’a tartışmasız saygıyla kaleme alınmakla birlikte hafif bir çatışma da var sanki aranızda.

O tesadüfi oldu. Ben hâlâ daktiloda yazıyorum biliyorsunuz. Yazıyorum, yazıyorum ikide bir yanlışlar oluyor falan ona çok sinirlendim. Bana öbür taraftan zorla yanlış yazdırıyor dedim kendi kendime (gülerek).

O anlarda işaret ettiğiniz o çatışmalı bölümler çıktı. Atmak üzere yazdım o bölümleri ama sonra okudum hiç de fena olmamış hani. O noktadan sonra tatlı sert aleyhine yazmaya başladım. Sonra toparladım tabii. (gülerek)

‘TANPINAR DA BEN DE DOĞU İLE BATI ARASINDA SIKIŞTIK!’

- Tanpınar’a seslenen, sorular sorulan bölümlerde özellikle adeta onunla ruhsal bir bağ, telekinetik bir iletişim kuruyor gibi hani trans halinde ilerliyor roman.

Neredeyse, evet. O telekinezi duygusu iki üç defa karşıma yazarken de çıktı. Mesela 1980’lerde yazdığım Annem İçin adlı bir kitabım var. Tanpınar’ın da 1920’lerde yazdığı Annem İçin adlı bir şiiri olduğunu hiç bilmiyordum. Birdenbire böylesi kesişmeler karşıma çıkmaya başladı. Sonra Rembrandt! İkimizin de çocukluğunda Gece Bekçileri resmini görmüş ve ondan etkilenmiş olmamız...

Yazarken hep nesnel olmaya çalıştım ama sonuçta baktığınız vakit çok acı çekmiş bir insan olduğunu düşünüyorum. Bizim toplumumuzun bitmeyen meselesi olan Doğu ile Batı arasında sıkışmışlığı derinden yaşamış. Kendimde de aynısını hissettiğim için bileştik oralarda da. Hiçbir yere ait hissetmeme meselesi, olmak isteyip de olamamak meselesi…

Tam ortada bir adam mı onu hâlâ çözebilmiş değilim. Kendine mahsus siyasi düşüncesi de olan ve aslında bu coğrafyadan sürekli bir sentez çıkarma gayreti göstermiş bir adam.

- Gününün, çağının mevzu ve olası sorunlarıyla çıkış yollarını ileri görüşlülükle tespit ederken bir yandan da nefsi müdafaayla uğraşmış ama çok da koruyamamış, yıpratılmış…

Maalesef çok koruyamamış, çok yıpratılmış, darbe almış. Kendini arenadaki o boğa ve mücadelesi ile özdeşleştirdiği boğa güreşi sahnesini o yüzden sona aldım. Kendi jurnalinde iki satırlık bir şeydi ama ben onu büyütüp romanın sonu yaptım. Onu yazdığım için çok memnunum.

- Yaşar Nabi’ye “Hayatımda en çok üzüldüğüm şey, jurnal tutmamamdır” yazdığını aktarıyorsunuz.

Yalan söylüyor belki de. Bir iddia var; kendi yayımlanan jurnali ellili yıllarda başlıyor. Ondan önce de jurnali andıran başka defterleri olup yok ettiğine ilişkin bir tahmin yürütülüyor.

- Neden yok etmiş olabilir sizce?

Yayımlanan jurnale, günceye baktığımız vakit o kadar kalbini açmış ki geriye belki onların kalmasını istemiyordu.

‘KİMSE PEYGAMBER DEĞİL!’

- Korkacak, ürkecek biri de değil bir yandan.

Değil ama romanda onu da anlatmaya çalıştım; Adalet Cimcoz, ailesi, Sabahattin Eyüboğlu için hem onlarla birlikte olmuş, gitmiş gelmiş, evlerinde yemek yemiş sonra da evine kırgınlıkla dönüp onlardan yüreğini soğutmuş kimi çekiştirmiş. Pek de hoş değil ama insani bir zaaf diyelim. Benim de bir yine büyük bir dostlukla gidip büyük bir dargınlıkla döndüğüm çok olmuştur.

- Kimse peygamber değil!

Tabii. Ama bunu dışa vurmazsınız, Tanpınar ise defterinde dışa vurmuş. Tek anlayamadığım şeyi Menderes’lerin asılmasındaki tutumu oldu. Tabii insan hele o yıllarda - ki kendi ailemden de hatırlıyorum - o 27 Mayıs’ı elbette savunur. Ama 27 Mayıs’ı savunmak ayrı, asmayı savunmak ayrı bir şey. Hele ki bunu teklif etmek acayip bir şey. Onu çözemiyorum hâlâ çözemedim. Nasıl bir nefrettir hani iktidardan düşsünler tamam da asmayı savunmak!

TANPINAR’IN MOTİVASYONLARI

- Motivasyonları… Başyapıtlarındaki Huzur! Ana motivasyonu nedir size göre? Yaşamla çetin dövüşünün nasıl bir dışa vurumudur?

Yine Doğu Batı meselesiydi diye düşünüyorum. Bence hepsinde hep kendini aradı, kendi iç dünyasını yansıtmak istedi. Hem Cumhuriyet kültürü hem de imparatorluk kültürünü çok iyi bilen bir insan.

Meselâ “Beşşehir”indeki Ankara büyük bir Cumhuriyet sevgisiyle yazılmış çok önemli bir metindir. Ama o Cumhuriyet’i savunur zannedenler gibi yazmamış. İmparatorluktan da gelen bazı değerlerin devam ettiğini, toplumda iz bırakmış olduğunu ve iz bırakmaya devam edeceğini düşünmüş. “Huzur” sanıyorum ki onu en çok açıkladığı kitabı.

O pek bilmediğimiz, hep dedikodularda kalmış büyük bir aşk meselesi de var orada. Bu yaşanmış mı yoksa sadece hayal mi edilmiş bilemiyoruz. O aşka bir ağıt diye düşünüyorum.

‘AŞKI YAZMAK İÇİN AŞKTAN VAZGEÇTİ!’

- Aşkı yazmak, adamakıllı yazmak için aşktan vazgeçmiş bir adam yorumuna işaret ediyorsunuz.

Evet, Handan İnci bir kitap yazdı; “Orpheus’un Şarkısı - Tanpınar’ın Romanlarında Aşk ve Kadın”. Tanpınar’da yazmak daha ağır basıyor ve o aşkın acısını yaşamak istiyor o acıyı yazabilmek için. İlginç bir yorum. Bence hem öyle biraz da o aşkın kâğıt üstünde tekrar tatmak arzusu da var.

İnsanda vardır o; yaşanmış bitmiştir ki illa aşk da olması gerekmez bir dostluk da olabilir bu, bir büyüğe duyulmuş bir saygı da olabilir… Onu kaybetmişsinizdir, bitmiştir ama kâğıt üzerinde onu tekrar yaşamak, yaşatmak istersiniz. Öyle bir şey gibi.


‘ŞANSLIYIM, OKURUM BENİ EL BEBEK GÜL BEBEK BUGÜNE GETİRDİ’

- Bir yazarın okurlarıyla iletişimi konusunda neler söylersiniz?

- Tanpınar’ın o yalnızlık duygusunda okurlarınca da yalnız bırakıldığını hissetmesi vardır. Ben o açıdan şanslıyım, okuru tarafından el bebek gül bebek bugüne getirilmiş bir insanım. Beni bırakmadı okurlarım. Hayatımda birçok şeyler oldu, inişler, çıkışlar oldu ama kemikleşmiş okurlarım beni bırakmadı. Tanpınar o açıdan çok şanssız bir insan.

Ben biraz da yılların getirdiği açgözlü bir doygunlukla hala mesela bu kitabı beğenmesini beklediğim bir insandan ses çıkmayınca hala açgözlü bir şekilde niye aramadı diye düşünüyorum. Yani o beklenti bitmiyor.

‘DERDİ, HÜZNÜ, HAYATTA MÜCADELESİ OLANA YAZIYORUM’

- Kimler okumuş Tanpınar’ı? Baktığınızda bir profil de çıkmıyor.

Çıkmıyor belki şimdi daha çok okunuyor, belki şimdi bir profil çıkabilir ama o da ne kadar hakiki bir profil olur emin değilim. Kürk Mantolu Madonna gibi koltuk altı bir profil mi olur belli değil.

Neredeyse kırk yıl oldu, ilk İstanbul Kitap Fuarı’nda imza günümde önüm bomboştu. Çok gencim, Adalet Ağaoğlu yılları, önünde muazzam bir kuyruk. Üç kişi imzalıyorduk ben, Cemal Süreyya ki onun önünde de pek kimse yoktu ve Adalet Ağaoğlu.

Adalet Hanım’ın imza kuyruğu büyüdükçe büyüdü. Kuyruğu yönlendiriyorlardı, merdivenli bir yerdeydik. Merdivenler de kambur bir kız vardı. Dedim ki bu kız bana geliyor, Adalet Ağaoğlu’na gitmiyor. Ve o kız bana geldi!

İşte o gün hayatımın dönüm noktası oldu, artık kime yazı yazacağımı biliyordum. Derdi, hüznü, hayatta bir mücadelesi olan insanlara yazıyorum. Onu çok düşünmemiş Tanpınar. Kime yazdığını pek anlamamış diye düşünüyorum.

“’ONA KIRTIPİL HAMDİ DEMEK HAKSIZLIKTIR, AYIPTIR!’

- Tanpınar’ın çatışmalarını nasıl yorumluyorsunuz? Tanpınar’la çatışanlar arasında büyük kalemler var sonuçta… Önemsememişler onu…

Başta Sabahattin Eyüboğlu var tabii. Kırtıpil Hamdi haksızlığı, ayıptır yani. Kendilerinin altında görmüşler onu. Onun kültür donanımıyla, bilgisiyle ve hissedişiyle kendilerinin çok üstünde olduğunu asla anlamamışlar.

Ölümünden sonra Sabahattin Eyüboğlu’nun yazdığı; övücü gibi gözüken ama övüp övmediği tartışılır bir ayrılık yazısıdır. Tanpınar iç dünyası açısından Eyüboğlu’nun meselesi olmamış bir adam. Eyüboğlu övücü gibi gözüken ama övüp övmediği tartışılır bir ayrılık yazısı yazmış.

Çok ilginç bir şey kendisinin düşman olduğu Peyami Safa her gün gazetede yazan bir insan, toplanmış yazılarına baktım tek bir Tanpınar yazısı bulamadım. Gene iyi kötü Necip Fazıl bahsetmiş o da öyle çok ahım şahım değil yani.

Geçiş toplumları, kültür gömleği değiştiren toplumlarda aynı görüşleri paylaşmadığınız vakit karşı görüşe pek saygı duyulmuyor. Bizde bir midyeleşme var, sizden değilse o midye sürüsünün dışında bırakılıyor. Bunu Tanpınar da yapmış, başkaları da ona yapmış.

‘KUTUPLAŞMALAR NEDENİYLE SOSYAL MEDYA KULLANMIYORUM’

- Yazarlar zor zamanlarda giderek kopmuştu birbirinden, ya şimdi ve sonrasında ne olur sizce?

Bir ara birleşilir gibi olmuştu 90’larda hatta büyük bir umut olarak görmüştüm o zamanlar. Fakat sonrasında yine aynı kutuplaşmaları görmek çok üzücü. Sosyal medyayı da bu nedenle, bu kutuplaşmaları görmemek için kullanmıyorum.

- Peride Celal’i çok yakından tanıdınız. Peride Celal nasıl anlatmıştır size Tanpınar’ı?

Kendisi de onu Kurtlar’da yazdı. Ama biz Peride Celal ile çok konuşmamışız Tanpınar’ı. Çok yakınım oldu Peride Hanım, çok uzun yıllar hem de. Bu kitaba çalışırken hatırlamaya çalıştım: Peride Hanım’ın Tanpınar için mutsuz bir adamdır demesi meselâ hakikattir. Hatırasına kadeh kaldırmamız da öyle. Vedat Günyol’un evindeki sahne de hakikattir. Ama dediğim gibi çok anlatmamıştır bana.

Peride Hanım çok güzel bir kadındı. Tanpınar güzelliğe bir estetik duyuş olarak yaklaşan bir adam. Kendisini de hiç beğenmez, çirkin bulurmuş. Güzelliği bir sanat eseri gibi gördüğü için de Peride Hanım’a hafiften aşık olduğunu düşünüyorum. Ama Peride Hanım hiç bunu dile getirecek biri değildi tabii.

- Yapıtlarına ilişkin neler hissetmiştir Tanpınar? Tatmin olmuş mudur?

Hep hayal kırıklığı. En son güncesinde de yarım kalıyor o sözleri. Hayal kırıklığı çevresinin sessizliğinden dolayı yoksa kendi yazdıklarına aşırı güveni var. Ben bir yazarın kendi yazdıklarına çok güvenmesine inanmıyorum, insan hep endişe duymalı. Beğeniyor kendini. Diyelim ki Sabahattin Eyüboğlu Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanmış. “Beş Şehir”e veremezler miydi diyor.

- Tanpınar’ın Yaz Yağmuru’ndaki Sabri’sini sormadan olmaz… Kaçıncı Sabri hani ikinci mi yoksa dördüncü Sabri mi Tanpınar’dır?

Dördüncüsü tabii. Aslında kendi yazdıklarından yola çıkarsak ikincisi tabii ama istediği Sabri dördüncüsüdür.

- Ya “Huzur”un başkahramanı Mümtaz?

Var tabii Mümtaz’da da. Ama izler vardır en fazla o kadar bence.

‘KORONAVİRÜS ROMANI BİTİRENE KADAR HABER BÜLTENİYDİ’

- Tanpınar ile ilgili şimdi nasıl bir noktaya gelindiğini düşünüyorsunuz?

Valla Tanpınar’la ilgili çok ciddi araştırmalar yapıldı son yıllarda. Büyük bölümünü şahsen tanımıyorum ama hepsini mümkün olduğunca takip ediyorum. Nurdan Gürbilek’i tanımıyorum ama Handan İnci’yle, Zeynep Kervan’la yine Seval Şahin’le görüşüyorum mesela. Tahir Abacı’yı eski yıllardan tanıyorum.

- Yazma süreci 2008’de başlayan ‘Yaşadınız Öldünüz, Bir Anlamı Olmalı Bunun’ romanınızı sonunda bitirdiğinizde ne hissettiniz?

2008’de dahi kitabımın son cümlesinin ne olacağını belirlemiştim: “Geceler, küçük bahçede, bütün yaz, güzel geçmedi.” Bitirdiğimde ise büyük bir boşluk hissettim.

Bu koronavirüs o ana kadar bir haber bülteniydi benim için. Fakat o andan itibaren birdenbire nasıl bir felaketin içinde olduğumuzu idrak ettim. Yoksa evden çıkmamak falan beni öyle çok da etkilememişti, pek bir rahatsızlık hissetmemiştim.

‘HER AKŞAM RAKAMLARI KAYGIYLA TAKİP EDİYORUM’

- Koronavirüs tahakkümündeki dünyaya ilişkin şu anki düşünceleriniz, öngörüleriniz neler?

Her akşam rakamları takip ediyorum. Endişesini çok duyuyorum. Sağlık Bakanlığı’nın başarılı olduğunu düşünüyorum ama Sağlık Bakanlığı’nın uyarılarının ciddiye alınmadığını, önemsenmediğini çok büyük bir üzüntü ve kaygıyla takip ediyorum.

Şu anda Türkiye’de her kesimden, her anlayıştan insanların, doktorların, bilim insanlarının çok önemli tavsiyeleri, uyarıları var. Çok ciddiye alınmalı, kulak ardı edilmemeli. Kaygıyla takip ediyorum.

Yazlıklar, bayramlar, düğünler, asker uğurlamaları olmasa da olabilir, gayret edilmeli. Taziyeleri, cenazeleri anlamak mümkün ne de olsa bir acı var ve paylaşmak istiyor insanlar. O, mümkün olduğunca dikkat ederek yapılabilir ama diğerlerine bu dönemde mümkün olduğunca ara verilmeli veya çok sıkı kurallarla takip edilmeli.

Genç insanların karşısında bunları söylemekten utanç duyuyorum ama dünya iyiye gitmiyor işte. O konuda çok umutsuzum. İnsanların birbirini yok etmek üzere git gide programlandığını düşünüyorum. İnanılmaz bencilleşiyor ve zalimleşiyor insanlık.

‘İLK ÖLEN ESKİ ECZACIMDI’

- Ezberinizin bozulduğu anlarda ne hissedersiniz, rutinlerinize ne kadar bağlısınız?

Zaten asosyal bir insandım şimdi iyice asosyal oldum. Artık sıkılmaya başladım diyebilirim. Çok dikkatliyim. Alışverişimi yapan ve beni arabayla gideceğim yere götüren bir yardımcım var. Aylarca evden çıkmadım. Sonra yayınevine gitmem gerekti. Ve şimdi buradayız.

Koronadan ilk ölen insanlardan biri Galatasaray’daki eski eczacımdı. Yakından tanıyordum, dostumdu, çok çok üzüldüm. Birkaç arkadaşımın da yakınları hastalandı maalesef. Romanım o ilk dönemde kurtarıcım gibi oldu çünkü hep üzerinde çalışıyordum.

‘FİZİK TEDAVİM SÜRÜYOR, ŞİMDİ DAHA İYİYİM’

- Son zamanlarda siz de sağlık sorunları yaşadınız. Şu anda tedaviniz nasıl sürüyor?

Boyun kireçlenmesi nedeniyle haftada üç gün fizik tedavi görüyorum. Kolumda ve dizimde de sorun yaşıyorum. Şimdi daha iyiyim, faydasını görmeye başladım. Boyun kireçlenmesinin en önemli nedeni uzun yıllardır asla vazgeçemediğim daktilom. Bilgisayar kullanmam biliyorsun. Denemediğimden değil, denedim ama doğru düzgün cümle kuramadığımı fark ettiğim için.

‘SUR İÇİ BİTİYOR NE YAZIK Kİ!’

- İstanbul… Sizinle İstanbul’u konuşmamak olmaz… Yaşamınızın neredeyse tümünün geçtiği, anılarla donandığınız İstanbul… Sizin ifadenizle doğup büyüdüğünüz, git git yaşlanmaya koyulduğunuz kent. Sizi sürekli esinleyen bu kentin tarihine nasıl karışıyorsunuz?

- Kadıköy bendir. Sadece nostaljik bir yaklaşımım yok bu konuda. Yaşadığım İstanbul’un da hâlâ sevdiğim pek çok yönü var. Yaşadığım zamanı da sevmeye çalışan veya hala var olan güzelliklerin tadına varmaya çalışan, onlardan keyif duyan ve onların korunmasını talep eden biriyim.

Sur içi, İstanbul’un dışında büyüseydi doğru olurdu böyle olmalıydı diye düşünüyorum böylelikle tarihi İstanbul zarar görmezdi. Sur içinin bozulmasından çok üzgünüm.

Düşünün 1969 veya 70 yılıydı, yolun çok başındaydım. Bir tesadüf sonucu Behçet Necatigil’i tanımıştım. Behçet Necatigil ve Kamuran Şipal gibi iki büyük usta ve kadim dostum Doğan Hızlan dördümüz Yedikule’ye gitmiştik. Yedikule hafızamda o günkü haliyle inanılmaz bir iz bırakmıştı. Sonra o dokusu kalmamış, inanılmaz değişmiş, çok üzücü.

Samatya da aynı şekilde, Samatya’daki kilise ne kadar güzeldir. 1980’lerin başında ben o kilisede dizi çekmiştim “Yedikuleli Mihriban”. Ve hala içerde o son önemli İstanbul Rumlarından fresk dansçıların eserleri vardı. Yani bilinmez bir kıymet bu. 20. yüzyılın başında yapılmış. Hepsinin yaşaması lazım.

Ayrıca Kocamustafapaşa’daki Sümbülefendi Camisi sonra Hekimoğlu Ali Paşa Camisi müthiş yapılardır. Bunlar çok üzüyor beni tüm kentlerimizde aynı durum söz konusu. Tarihi korumak herkesin, her dünya görüşünün vazifesi, boynunun borcu olmalıdır.

‘ŞENDULLAR’DA PARA İÇİN OYNADIM’

- Dizi ve sinema deneyimlerinizden de bahsedelim isterim. Nasıl anıyorsunuz?

Hoş anılar bıraktı bende. Yusuf Kurçenli, Gramafon Avrat’ın senaryosunu da yazmıştı. Sabahattin Ali’yle bitirecekti, benim oynamamı istemişti. Kafayı çektikten sonra “Tabii, elbette” falan dedim. Sonra eve gittim, derhal ayıldım ve eyvah dedim nasıl olacak? Uyku falan kalmadı, sabaha karşı telefon ettim. “Üzme kendini, tamam” dedi. Yani yapamadım.

Sonra bir kere daha teklif geldi bir diziden; Şendullar’dan. Cahilliğin cesareti ve parasızlığın etkisiyle kabul ettim. Şendullar’da iki sene oynadım ve kazandığım parayla şimdi oturduğum evi aldım. O devirde yövmiyem başta 800 liraydı sonra arttı yövmiyelerimiz.

Tarık Pabuççuoğlu vardı, Emel Müftüoğlu vardı, Tevfik Gelenbe vardı, birlikte oynadık. Tarık ile Galatasaray’dan arkadaşız. Dayak atmıştı bana sonra da ben gidip ona dayak attım. Neden olduğunu da hatırlamıyorum yani. Çok sevdiğim bir insandır, iyi bir oyuncudur.

Tiyatrodan da iki kere teklif aldım. Haddimi bilerek yapamam dedim. Bir korku geldi yapamam dedim.

“VASİYET ROMANI; ‘YALNIZ EVLER SOĞUK OLUR’”

- Yakın tarihi bir roman yazıyordunuz.

Onun bitirdim, yayımlanacaktı son anda durdurdum ve bir vasiyet roman olarak yayınevine bıraktım.

- Vasiyet roman derken?

Ben başka bir şey yazmayacağım demiyorum sadece o kitabımın ölümümden sonra yayımlanmasını istiyorum. İlk defa açıklıyorum bunu. Son kırk, elli, altmış yılın siyasi çalkantısı var o kitabın içinde. DP pek yok, 12 Mart, özellikle 12 Eylül ve asılanlar ağırlıklı. Belgesel içerikli değil tamamen içsel bir roman. Onların bende bırakmış olduğu içsel izlenimler. Asal kahraman buradaki gibi bir ben varım. Bir de vaktiyle 1980’lerde yazdığım bir roman vardı Ölünceye Kadar Seninim, orada bir piyasa romancısı bir kadınla alay etmiştim, o kadın canlanır bu kitapta ve benden hesap sorar: “Onlar insan astı ben sadece aşk romanı yazdım. Hangimiz suçluyuz?” diye. Onu son sözüm, vasiyet romanım olarak istiyorum. Romanın adı “Yalnız Evler Soğuk Olur”. Tekniği bu kitaptan çok uzak değil, anlatıcılı bir roman. Onda daha fantastik boyutlar var.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon