Tutuklama sanatı!
Arkadaşlarla çay-kahve içtiğimiz anlarda beni ikaz ederlerdi, çevremizde sivil polislerin bulunabileceği, bizleri dinleyebilecekleri ve çok dikkatli konuşmamız gerektiği konusunda. Oysa biz rahattık, şundan bundan konuşuyorduk. Herhangi bir örgüt üyeliğimiz de söz konusu değildi. Ben arşiv ve kütüphanelerde çalışıyordum; dünyayı kuşatmaya açılan imparatorlukların tarihini ortaya çıkarmayı amaçlıyordum. Kim beni niçin uyarabilirdi ki? Arkadaşlarım da kendilerine güveniyorlardı; siyasal açıdan rahattılar. Ne var ki, korku sarmıştı ortalığı; düşünmekten çekiniliyordu; dillerini tutmaktan, endişe etmekten korkuyorlardı.
Diktatörlük kol geziyordu ülkede. Sindirilmişti halk. Yüzyıllar önce kurulan bir imparatorluğun peşine takılmıştı diktatör. Bu özlemi gerçeğe dönüştürme çabasını tarih bilgisinin kıtlığı ile açıklamış olayım şimdilik; günümüze çok daha yakın bir zamana atlayayım. Bir başbakanın ülkede yarattığı korkuya, yapılandırdığı düzene geleyim; PIDE’nin saldığı dehşete. Hemen açıklamalıyım ki, PIDE, ne ramazanı süsleyen ekmek ne de kıymalısı, peynirlisi yapılan o nefis yemek!
Engizisyon gibi PIDE
Bir ülkenin güvenlik teşkilatını açıklayan sözcüklerin baş harfleriydi o simge. Öyle bir yapılanmaydı ki engizisyon yöntemlerini yani kilise mahkemelerini aratmıyordu; böyle bir kanı oluşmuştu özgür dünyada. Hedefte her daim rejim karşıtları, siyaseten militan sayılan öğrenciler, yeraltında faaliyet gösteren örgütler vardı. Belirli bir kişinin adı,“muhbir” tarafından fısıldandığında PIDE ajanları işe koyuluyorlardı. Belirlenen kişinin önce evi gözlenirdi. Gözaltına almanın yöntemleri her bir olaya göre değişmekteydi. PIDE ajanları genellikle sabahı beklerlerdi; güya vatandaşlık haklarına uyulurdu. Böylece daha az gürültü çıkması ve komşuların dikkatlerinin daha az çekilmesi sağlanırdı. Ev halkının çalışanlarının işe, öğrencilerin okula gitmelerine, komşularının evlerinden uzaklaşmış olmalarına da özen gösterilirdi; böylece şüphelinin birileriyle iletişime geçmesi önlenirdi.
Başka ülkelerin hükümetleri, uluslararası kuruluşlar ve rejimi destekleyen tanınmış kişiler, yeni yapılanmanın “ılımlı” bir diktatörlük olduğunu savunuyor, her yerde duyulmuş fiziksel ve mental işkencelerin kanıtlanmamış olduğunu sanıyorlardı. Bu inkâr çoğunlukla utançlarından kurtulmanın diplomatik yoluydu. Başbakan, sıklıkla din referansını eksik etmezken NATO üyeliğini de kullanıyordu; özgür dünyaya açılmış izlenimi veriyordu.
PIDE’nin komiserleri üniversite mezunuydu; operasyonu yapanların ise öğrenimleri yarımdı. İşkencedeki yöntem “heykel”olarak bilinen uygulamaydı; sıklıkla başvuruluyordu. Bu pasif yöntemde tutuklu, ayakta dört gün dört gece ve uykusuz bekletilebiliyordu; böylece acı çektiriliyordu; bacakların şişmesi en basit sonuçlardan biriydi, çeşitli ve yaşamsal rahatsızlıklara da yol açıyordu. Tutuklu kendi iyiliği için“ikrar”da bulunmalıydı; yani istenilen yanıtı vermeliydi. Suçlananın nerede olduğunu soran eşi ve ailesine, onun kendi hatası olduğunun, rejim yetkililerine danışmadan bu işlere girişmeye kalkıştıklarının söylemesi isteniyordu.
Tutuklu kalmış olanların ilk ve özgün beyanları sonradan göstermiştir ki PIDE’nin yaklaşımları ortaçağların engizisyonundan pek farklı olmamıştı. Sanık sandalyesindeki birinin 6 (altı) yıl tutuklu olarak alıkonmasına karşın -nasıl bir insafsızlıktır ki- mahkeme yalnızca son altı ay içinde kendisine suç yükleyebilmişti. Ülkenin ünlü romancısı hastanede ölümünü bekleyen günlerinde“Ben entelektüel ıssız dünyada yaşayanlardan biriyim. Bana yazmak istediklerimi yazmaya hiç fırsat vermediler” diyordu. Masum ya da fazla soruşturma gerektirmeyen önemsiz bir olaya karışmış olsalar bile, tutuklama dönemi geçiriyorlar ve hapis halinden daha kötü bir süreç yaşıyorlardı.
Söz meclisten dışarı!
Sözcüklerim yanlış anlaşılmasın, Türkiye’den bahsettiğim sanılmasın! Her ne kadar tarih benzerlikleri içerse de, her ne kadar dile getirdiklerimi günümüz Türkiye’siyle kıyaslama gereği duyanlar bulunsa da, ben 1960’lı ve 70’li yıllarda Lizbon deneyimlerimi ve bir sivil diktatörlük öyküsünü yeniden dillendirmek istedim. 40-50 yıl geride kalmış olan bir uygulama, yani “tutuklama sanatı”gitmiyor belleğimden. Korkuyla yaşamanın, korkuyla yazmanın, korkuyla seslenmenin, hatta korkuyla endişe etmenin ve dil tutmanın zulmüydü o günler; 16. yüzyılda engizisyonca kitapları sansüre uğrayanAntónio Ferreira’nın korkusuydu bu ve 20. yüzyılda yeniden yaşanmıştı. Rejime karşı“hiç yaşanmamış tehditler icat ederek”sürdürülegelen ve varsayılan tehlikelerin hakkından gelmek için kurgulanan bu yönetimi unutamıyorum nedense! Hiçbir editör, gazeteci ya da yayıncı rejimin denetiminden kaçamazdı; işlerini yitirme olasılığıyla karşı karşıyaydı. Tüm yayın organları asgari depozitoyu yatırmakla zorunluydular çünkü cezalandırılmaları durumunda ödemeyi yapabilmeleri gerekiyordu. Adeta her şey rejime olan bağlılıktan geçiyordu. İdeolojik ve dini konular ve hiç kimsenin duymadığı meseleler üstüne yapılan yayınlar ve yorumlar rejime yandaş medyanın marifeti olarak ortaya konuyordu; polemikler onların anlaşılmaz dilinde dolaşıyordu.
“Elli yıla dayanan Salazar rejiminden sonra, Portekiz içten parçalanmış, belirsiz bir ülke haline gelmişti. En büyük sorun kırsal nüfusta çoğunluğunu ucuz yiyecek ve şarap sağlayan kesimin ekonomik sistemdeki başat rollerinin ihmal edilmesiydi. […] İkinci önemli parçalanmışlık, nüfusun yarısını oluşturan ve erkeklerin gölgesinde kalmaya mahkûm edilmiş kadınların ataerkil bir düzendeki boyun eğmelerinden kaynaklanmaktaydı”.*
*Cumhuriyet, 9 Eylül 2009
Salih ÖZBARAN, Emekli Tarih Profesörü
En Çok Okunan Haberler
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği