Yaman bir üslup çevirisi
Charles Dickens'ın 'Müşterek Dostumuz' romanı Aslı Biçen'in Türkçesiyle dilimizde.
Kimi kitaplar tuğla gibidir. Ürkütür adamı. Günümüzün, insanları kitap okumaktan gitgide uzaklaştıran ortamında, böylesi kitapları çevirmek de, yayımlamak da yüreklilik ister. Hele o yazarın çok bilinen, ününden kuşku duymadığımız yapıtlarından biri değilse.
Mayıs ayının sonlarına doğru, adı Homeros'un Odysseia'sını çağrıştıran İthaki Yayınları'ndan gelen bir kitap da, tuğlamsı boyutlarıyla ilk ağızda ürküttü beni.
Baktım: Charles Dickens'ın Müşterek Dostumuz adlı romanı. Çeviren: Aslı Biçen. Sunum: Tuncay Birkan. Sunumla birlikte 854 sayfa.
İlkin, Birkan'ın Sunum'una şöyle bir göz atıp çevirinin ilk satırlarına daldım ve kapılıp gittiğimin farkına bile varmadan, ilk oturuşta uzunca bir bölümü okuyuverdim. Birkan'ın baştaki incelemesine dönmeyi neden sonra akıl ettim.
Burada, çeviri uğraşının bugüne kadar belki kırk kez sözünü ettiğim zorluklarına, karşılıksızlığına, yüklü bir bilgi, birikim, emek işi olduğuna bir kez daha değinecek değilim. Ama çevirinin, çevirmeni her yeni kitapta yeniden sınayan güçlükleri kırk yıldan fazla bir zamandır yaşayan biri olarak, Biçen'in, Dickens'ın üslubunu ölçüp biçen, yaman çevirisi karşısında kapıldığım heyecanı okuyucuyla paylaşmak isterim.
Dickens'ı, öncelikle Antikacı Dükkânı, Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi, Büyük Umutlar gibi romanlarıyla tanırız. Müşterek Dostumuz ise, Sanayi Devrimi döneminde halk yığınlarının çektiği acıları ve yoksulluğu derin bir gözlem gücüyle dile getiren Dickens'ın 1864-65 yıllarında tefrika edilmiş ve doğrusu bugüne kadar 'atladığımız' bir yapıtıdır. O yüzden, zamanının sınıfsal ve salt paraya dayalı değerlerini kıyasıya eleştiren, dönemin 'saygın ve seçkin' toplumunun yüzeyselliğini, yozlaşmışlığını, kendini beğenmişliğini 'karakter okuyan' bir incelikle gözler önüne seren Müşterek Dostumuz'u dilimize kazandırmak da, kanımca, övülesi bir seçimdir.
Dil ve üslup çeşitliliği
Bazı okurlar, kitapların başındaki önsöz ya da sunumlardan hoşlanmazlar. 'Ne gereği var ki,' derler, 'okuyucuyu yapıtın kendisiyle baş başa bırakın; bırakın, bağımsızca okusun kitabı, alacağı tadı önceden belirlemeye kalkışmayın.' Kuşkusuz, her kitaba bir önsöz, bir sunum yazmak diye bir zorunluluk yoktur. Ne ki, bir yapıtı ve yazarını döneminin ortam ve koşullarında inceleyen, bununla da kalmayıp o yapıt ve yazara çağımızın gözüyle yepyeni yaklaşımlar getiren bir inceleme, bizi, okuyacağımız kitaba daha bir hazırlıklı kılar, rastgele bir okumanın sınırlılıklarından sıyırır, dahası o yazar ya da yapıtla ilgili yerleşik düşüncelerimizi sarsar, önyargılarımızı kırar.
Tuncay Birkan'ın, Dickens'ın Müşterek Dostumuz adlı romanı için kaleme aldığı 'Dickens: İmajın Ötesi' başlıklı sunum da böyle bir nitelik taşıyor. Victoria döneminin bu büyük romancısının dilimize ilk kez çevrilen bu yapıtını öteki kitaplarından ayrılan özellikleriyle inceleyerek, yazara değişik açılardan bambaşka bakışlar getirerek, Türkiyeli okurun zihnindeki yerleşik Dickens imajını silkeleyecek görüşler sunuyor Birkan.
İşte, Sunum'dan kısa bir bölüm: 'Müşterek Dostumuz'da Dickens, dönemin kapitalizminin başkenti Londra'daki hayata dair, belki de başka hiçbir romanında göremeyeceğimiz ölçüde geniş bir panorama sunar, çünkü, malum, para yokluğuyla bile her yerdedir.
'En alt tabakalardan en yüksek tabakalara mekik dokuyacağını zaten en baştan sezdirir Dickens: Roman Thames Nehri'ne düşen cesetleri toplama işi yapan ailenin rutin turlarından birinin tekinsiz betimlenişiyle açılır ve hemen ardından yeni zengin Veneering'lerin evindeki yemeğin ve davetlilerin alaycı ve olağanüstü komik bir biçimde anlatıldığı bölüm gelir.
'Romandaki müthiş dil ve üslup çeşitliliğinin de habercisidir bu iki bölüm. Dilbilimcilerin tabiriyle, 'sosyolekt'lere (ve tabii 'idiolekt'lere de) olağanüstü bir kulağı olan Dickens, bu romanda bir yandan bütün toplumsal tabakaları gezerken, bir yandan da her birini anlatmaya en uygun dili ve üslubu da yakalar. Yakaladıktan sonra da uzun uzun keyfini çıkarır ve okuru da kendinden geçirir.
'Romanın zenginlikleri bu eleştirel ve çok geniş kapsamlı toplumsal içeriğiyle ve dilinin olağanüstülüğüyle de sınırlı değildir; bütün Dickens romanlarında olduğu gibi insani anlamda müthiş derinlikli sahneler bu romanda da fazlasıyla vardır''
Deha sahibi bir insan
Jorge Luis Borges'in İngiliz Edebiyatına Giriş adını taşıyan küçücük kitabı, bu uçsuz bucaksız edebiyata özlü olduğu kadar öznel yaklaşımlar getirir. Babaannesinin kökeninden yola çıkarak, İngilizcenin ikinci 'anadili' olduğunu söyleyebileceğimiz Borges, bu kitabında, Charles Dickens'ı da, birkaç tümceyle betimleyiverir:
'Charles Dickens ile ilgili olarak' söylenebilecek tek şey, deha sahibi bir insan olduğudur. Fransız çağdaşı Victor Hugo gibi Dickens da büyük bir romantik romancıydı' Byron, Scott ve Wordsworth denizin ve dağların güzelliğini keşfetmişlerdi; Dickens kenar mahallelerin duygu ve coşkularını keşfetti. Daha da önemli bir başka keşfi de, çocukluğun yalnız büyüsüydü. Suç izleği de çekici geldi Dickens'a; Dickens'ın anlattığı ve Dostoyevki'yi de etkilemiş olan cinayetler unutulmazdır''
Çevirmenin özeni
Aslı Biçen'in Müşterek Dostumuz çevirisinin çarpıcılığı, kuşku yok ki, bu denli zorlu ve oylumlu bir yapıtı çevirme kararlılığı ve sabrını göstermesiyle sınırlı değil. Öyle olsaydı, saygı duyulası bir yürekliliğin ötesine geçmezdi. Sanırım, asıl başarı, Dickens'ın romanında görülen, Tuncay Birkan'ın da vurguladığı dil ve üslup zenginliği ve çeşitliliğini, kılı kırk yaran bir çevirmen özeniyle dilimize yansıtabilmiş olmasında.
Dev bir romandan tadımlık bir bölüm seçmek kolay değil. Dilerseniz, baştan alalım, sonra siz kaldığı yerden okumayı sürdürün: 'Şimdiki zamanlarda, tam senesi hususunda fazla hassasiyete lüzum yok, pis ve görünümü şaibeli bir tekne, içinde iki kişiyle, Thames Nehri'nde süzülmekteydi, demirden yapılmış Southwark Köprüsü'yle, taştan yapılmış Londra Köprüsü arasında, bir sonbahar akşamı nihayete ermekteyken.
'Bu teknedeki iki kişiden birisi, çitişmiş kır saçlı, güçlü kuvvetli, yüzü güneşten kararmış bir adamla, kızı olduğu hemen anlaşılacak kadar ona benzeyen, on dokuz yirmi yaşlarında esmer bir kızdı. Kürekleri hiç zorlanmadan çekiyordu kız; dümenin iplerini gevşekçe tutan ellerini pantolonunun beline sokmuş olan adam dikkatle etrafı gözlüyordu. Ne ağı, ne kancası ne oltası vardı, balıkçı olmadığı çok belliydi; teknesinde de, ne oturan müşteriler için yastık, ne boya, ne yazı ne de paslı bir çapayla bir ip kangalından başka bir aksesuar vardı, kayıkçı da olamazdı; teknesi yük taşıyamayacak kadar küçük ve dingildekti, mavnacı ya da nakliyeci de olamazdı; ne aradığına dair en ufak bir ipucu yoktu ama muazzam dikkatli bir bakışla her yeri tarıyordu. Gelgitin dönmesiyle birlikte bir saat önce çekilmeye başlamış suyun geniş sathındaki en ufak akıntıyı, en ufak girdabı yakalıyordu gözleri ve kızına verdiği talimatlarla, ya akıntıya teknenin burnunu veriyor ya da kıçını döndürüp akıntının önü sıra gidiyordu. O nehri nasıl dikkatle inceliyorsa, kızı da onun yüzünü öyle dikkatle inceliyordu. Ama kızın bakışlarının kesafetinde bir nebze korku ya da dehşet vardı''
En Çok Okunan Haberler
- Emekliye iyi haber yok!
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- Dönmek isteyen gençler için şartını açıkladı
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Seküler müdür kalmadı'
- CHP'nin ilçe başkanından açıklama!
- ‘Kartlar bloke edilebilir’ uyarısı!
- Üniversite öğrencisi, trafikte öldürüldü
- İkinci elde 'Suriyeli' hareketliliği