Behramoğlu’ndan ‘Cezaevi Güncesi’
Yazar günlükleri de anılar gibi tarihe ışık tutan edebi metinlerdir. Yazarın o dönemdeki düşünceleri ve hikâyesi kadar yazıldığı dönemin ruhunu da ortaya çıkarmak olanaklıdır bu metinlerden. 12 Eylül darbesi sonrasında düşüncelerinden dolayı tutuklanan Ataol Behramoğlu’nun 7 Nisan 1982 ile 26 Aralık 1982 tarihleri arasında Maltepe ve Sağmalcılar Cezaevlerinde tuttuğu güncesi de Hapishanede Bir Sabah Türküsü ismi ile tam kırk yıl sonra Tekin Yayınevi’nce yayımlandı. Ataol Behramoğlu ile “Cezaevi Güncesi”ni konuştuk…
- Öncelikle şunu sormak istiyorum: Neden “günlük” değil de “günce”?
Bunu ben de düşündüm. Bunu tamamen dilsel bir olgu olarak düşünüyorum. Günlük kelimesinin başka anlamları da var. Günlük işler, günlük notlar gibi… Ataç da “günce” kelimesini kullanmış biliyorsunuz. Ben de günce otursun istiyorum. Ayrıca günce günlüğün ötesinde bir şey. Örneğin bir ev hanımının günlük ihtiyaçları not ettiği bir şey değil bu…
- Cezaevi güncenizin içinde neler var?
Her şey var. Cezaevindeki yaşantımın bir dökümü gibi. Kişisel hayatım, sıkıntılarım, sevinçlerim, beklentilerim, okuduğum kitaplar, onlardan aldığım notlar, yazdıklarım ve yazmayı tasarladıklarım var.
- Sadece o dönemde mi günce tuttunuz?
Hayır. 1960’lı yılların ortalarından itibaren aralıklı da olsa üzerine tarih koyarak aldığım notlar var. Stendhal için “Kendi benliğini daha iyi anlamak için hatıra defteri tutmaya başladı” deniyor bir yerde…
Güncede de yazmışım bunu ve bir ilave yapmışım; “Arada bir okumak koşuluyla, iyi bir yöntem…”
Gerçekten de bu notlar tekrar dönüp okunduğunda aradan geçen zamanın bazı şeyleri değiştirdiğini görüyorsunuz. Sanki hem kendini, hem de başka birini okuyor gibisin. İlginç bir şey bu.
Ben açıkçası okurken bu notların o günleri bana tekrar yaşattığını ve insanın bir anlamda bütünselliğini sağladığını düşünüyorum. Günce tutmak bu açıdan önemli.
- O zor günlerden bugüne kadar tam kırk yıl geçmiş. Bu güncenin okurlarla buluşması için neden bu kadar beklediniz?
Özel bir nedeni yok. Kendiliğinden böyle oluştu. İkinci kırkıncı yaşımı da tamamladığım 2022 yılında Barış Derneği davasının üzerinden de tam kırk yıl geçmiş oluyor. Rakamlar örtüştü sanki. Bir de günceleri yayımlamak için çok zaman geçmiş olması gerektiğini düşünüyorum.
- Türk ve dünya edebiyatına baktığımız zaman daha çok romancıların günlük notlar tuttuğunu görüyoruz. Günlüklerin de romanlar gibi düz metinler olması dışında başkaca nedenleri olabilir mi bunun?
Romancının günlüğünü günceden farklı bir şey olarak görüyorum. Kitabının geliştirilmesi yönünden aldığı notlardır onlar. Dostoyevski ve Tolstoy’da öyledir örneğin. Yazarın notları gibi.
Günceyi ben daha çok bir insanın okuduğu, düşündüğü, üzerinde durduğu, hayatını ilgilendiren, önem verdiği olayların bir bütünü olarak görüyorum. Bunu şair de, yazar da tutabilir.
- Hapishane güncesinin normal günceden ne gibi farklılıkları var?
İnsanın cezaevinde özel bir süreci ve ruh hali oluyor. Dolayısıyla bu anlatım içerisinde hapisteki adamın psikolojisi de var. Farklı bir ortamda, farklı bir yaşam sürecinde yazılan notlar bunlar. Bu yönden normal güncelerden farklılık gösteriyor. Hapishanede yazılan şiirlerin bir türü gibi belki…
ÖDENEN BEDELLERİN VE DİRENCİN İFADESİ
- Gelelim güncelerin yazıldığı 12 Eylül dönemine. Bir yerde “Halk belki hiçbir zaman bu kadar ağır bir siyasal ve ekonomik baskı altında kalmadı” diyorsunuz. O dönemi, o dönemin sizdeki yansımalarını anlatır mısınız?
1980 darbesi belli ki hesaplanmış, planlanmış bir hareketti. Emekçilerin 1960’lı yıllarda edindikleri ve zamanla zaten tırpanlanmış haklarını tamamen ortadan kaldırmak, Türkiye’de sol düşünceyi, özgürlükçü düşünceyi sindirmek için planlanmış bir hareket.
Barış Derneği’ne de ülkeyi ortadan kaldırmaya çalışmak iddialarıyla davalar açıldı. Komik şeyler… Amaç gözdağı vermekti. Bunun için de seçilmiş aydınlar vardı. Onları aldılar içeri.
Herkes kendince bir bedel ödedi. Benim hisseme de oldukça ağır şeyler düştü. Bir yıla yakın hapiste kalma dışında, yıllarca süren yurt dışı sürgünü… Bunlar zor süreçlerdi…
Günce okunduğu zaman insanın uğradığı haksızlık karşısında neler hissettiği, kendisiyle nasıl bir ayakta kalma mücadelesine giriştiği, yılmamak, yıkılmamak, ümidini kaybetmemek için, verimli olmaya çalışmak için nasıl bir çaba harcadığı görülecektir. Bir anlamda da örnektir…
‘80’LERDE BÜTÜNSEL BİR BERABERLİK OLGUSU VARDI’
- 19.5.1982 tarihinde cezaevi güncenizde şöyle yazmışsınız:
“‘İnsana yaraşan özgürlüktür…’, ‘Zindanda Bir Pazar’ adlı şiirlerimdeki bu dizeyi seviyorum. Kafalardaki zincirleri de atarak özgür olabilmek gerek. Özellikle biz aydınlar için, yapılması gereken bir şey bu. Ve Türkiye’nin, her anlamda özgür insanların ülkesi olabilmesi için bakalım nerelerden geçilecek…”
O dönemden bugüne bakıldığında hangi noktaya geldiğimizi düşünüyorsunuz?
“İnsana yaraşan özgürlüktür…”, bir şiirimin bir dizesidir. Bir pazar günü, o karanlık Maltepe zindanında bir arkadaşımızın transistörlü radyosundan “Those were the days” adlı şarkı yükseldi. Onun duygusal etkisiyle o şiiri yazdım.
Özgürlük için mücadele eden kişilerin önce kendi kimliklerinde, kendi beyinlerinde özgür olmaları lazım. O da hoşgörü, özveri, özeleştiri demektir. Bir takım bilgilere sahip olmak tek başına bir şey ifade etmeyebilir. Özgür insan olmak bana göre daha geniş bir kavram.
“O dönemden bugüne bakıldığında hangi noktaya geldik?” sorusuna, belki daha da geriye gidildi diyebilirim. Güncede o dönemin aydınını eleştirmiş olsam da, o günlerde bütünsel bir beraberlik olgusu vardı.
1990’lardan, 2000’lerden sonra “yetmez ama evetçiler” gibi aydınlar arasındaki utanç verici bölünmelere şahit olduk. Bugün de bu bölük pörçük görünüm devam ediyor.
‘AYDINLARIMIZIN HALKIYLA PEK İLGİLİ OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM’
- Evet… Gerçekten de cezaevinde birlikte olduğunuz aydınlara yönelttiğiniz ciddi eleştiriler var kitapta. “Aydınlarımızın genel düzeyi hakkında önemli gözlemlerim oluştu” dedikten sonra onların halktan insanlar kadar zenginlikler taşımadıklarını belirtiyorsunuz. Bu düşüncelerinizde bir değişiklik var mı bugün?
Bugün de aynı kanaatteyim. Bana göre aydınlar daha düz çizgili insanlardır. Burjuva, küçük burjuva çevresinden olan kişilerdir. Halk insanının yaşamının daha zengin olduğunu düşünüyorum. Aydınlarımızın kendi halkıyla da pek ilgili olmadığını düşünüyorum.
‘BU BİR EDEBİYATÇININ GÜNLÜĞÜ, BİR SİYASET ADAMININ DEĞİL’
- Günlüğünüze “Bir ay ve birkaç gündür Kartal-Maltepe tutukevindeyim. Aklımda günlük not yazmak yoktu. Az önce Flaubert üstüne bir yazı okuyunca, notlar almaktan kendimi alamadım yine” cümlesi ile başlıyorsunuz.
Sonrasında da okuduklarınızdan fazlasıyla bahsediyor, Türk ve dünya edebiyatından sayısız örnekler veriyorsunuz.
Okur, 12 Eylül faşizminin cezaevinde alıkonulmuş olan Ataol Behramoğlu’ndan o dönemin siyasi hareketliliğine uygun yorumlar okumayı beklerken, edebiyat ağırlıklı satırlarla karşılaşıyor.
Bu bir edebiyatçının günlüğü, bir siyaset adamının değil. 12 Eylül hapishanesinin tasvirini yapmak için yazmadım bu günceyi. Dolayısıyla daha çok okuduğum kitaplar üzerine düşüncelerim yer almış güncede.
Herhangi bir çekinceyle siyaset tahlili yapmamış değilim. Ayrıca özellikle çocuğuma duyduğum hasretten dolayı buna neden olanları şiddetle lanetlediğim satırlar da var güncede.
- André Gide, 31 Aralık 1890 tarihli günlüğünde “Yazı yazarken en güç olanı içten olmaktır. Asla sözcük düşüncenin önüne geçmemeli” diyor.Sizin, Gide’in bahsettiği bu içtenliğin, açık yürekliliğin ötesine geçerek sanki kendinize biraz haksızlık yaptığınız görülüyor “Cezaevi Güncesi”nde.
Örneğin şöyle diyorsunuz: “İyi, verimli, sürekli ürün veren bir şair olamadım. Kaprisli, kavrayamadığım bir kişiliğim var…” Bir başka yerde “Dilediğim gibi bir şair olamamak nasıl eziyor beni…”
Tam kırk yıl geçmiş bu satırların üzerinden: Bu düşüncelerinizde değişiklik var mı? Çünkü okurlar tersine çok çalışkan, üretken ve şiirleriyle, çevirileriyle, yazılarıyla ve mücadelesiyle toplumsal alana damga vuran bir Ataol Behramoğlu görüyor.
60’lı yılların güncesinde de bu sıkıntılar var. Kırklı yaşlarda çok genç olmasa da insan arayış döneminde olabilir. Bugün kendimle daha barışık bir insan olduğumu söyleyebilirim.
- 18 Eylül 1982’de “Türkiye, burjuva demokratik devrimini gereğince yaşamamış olmasının acılarını yaşamakta. Ve belki de sosyalist düzene, bu aşamaları gereğince yaşayamadan geçecek” diyorsunuz. Bu oldukça iyimser düşünceniz için şu an ne düşünüyorsunuz?
Şu an sosyalist düzene geçilebileceğini düşünmüyorum. Türkiye’de bugün hedef batı tipi demokrasidir. Bütün siyasi düşüncelerin kendini dile getirdiği, özgürlükçü bir anayasanın koruması altında ve bütün toplumun örgütlü olduğu, sendikaların var olduğu bir toplumdur benim tahayyül ettiğim.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- Devrim Muhafızları'ndan Suriye çıkışı
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- 'Seküler müdür kalmadı'