Sessizliğin peşinde bir yazar: Samuel Beckett! Ferda Fidan’ın yazısı...
İrlandalı usta yazar Samuel Beckett (13 Nisan 1906 / 22 Aralık 1989), 1948’de Fransızca yazdığı, Kendisini dünya çapında bir üne kavuşturan iki perdelik oyunu Godot’yu Beklerken için “Godot’yu yazmaya rahatlamak, o sırada yazdığım korkunç düzyazıdan kendimi kurtarmak için başladım.” der. Beckett burada uyguladığı yoksullaştırma yöntemini Oyun Sonu (1957) ve Mutlu Günler (1960) gibi sonraki oyunlarında daha da ileri taşımış, diyalogları iyice minimalist kılarak ulaşılması olanaksız gözüken mutlak bir sessizliğe doğru yol almıştır. Zira yaşamın anlamının kaybolması, sözcüklerin yok olmasıyla eşleşir ve Hamlet’in ölmeden önce “Ve gerisi sessizlik” demesi gibi, Beckett de son metni olan Sarsılmalar’ı (1988) “Ah, her şeyi bitirmek” cümlesiyle noktalamıştır. Belki bu son sözleri yazarın tüm yaşamı boyunca aradığı ve arzuladığı sessizliğe, uzun çabalar sonucunda, bir anlamda kavuşmayı başardığı şeklinde algılayabiliriz.
İllüstrasyon: CIAN MCLOUGHLIN
İKİ AVARE; VLADİMİR VE ESTRAGON’UN BEKLEYİŞİ...
İrlandalı genç yazar Samuel Beckett (13 Nisan 1906 / 22 Aralık 1989) Gestapo’dan kurtulmak için Fransa’nın güneyinde saklanır. Savaşın bitiminde Paris’e döner ve bundan böyle Fransızca yazmaya karar verir. Aslında ana dili İngilizceden vazgeçmemiş, iki dilli yazar statüsüne bürünerek aynı zamanda kendi metinlerini bir dilden diğerine çeviren çok özel bir yazar-çevirmene dönüşmüştür.
Gönüllü sürgün olmak, Fransızca yazmak, o güne dek yazdığı şiir ve düzyazıda yalınlık arayışında olan yazarın kelime dağarcığını ve sözdizimsel hamlelerinin çeşitliliğini azaltma amacıyla giriştiği istençli bir eylemdi: “Kendimi daha da yoksullaştırma arzusuyla İngilizceyi bırakıp Fransızca yazmaya başladım.”
1948’de Fransızca yazdığı iki perdelik oyunu Godot’yu Beklerken için de “Godot’yu yazmaya rahatlamak, o sırada yazdığım korkunç düzyazıdan kendimi kurtarmak için başladım.” der.
Kendisini dünya çapında bir üne kavuşturan Godot’yu Beklerken’in konusu çocuksu denecek kadar basittir:
İki avare (birbirlerine Didi ve Gogo diye seslenen) Vladimir ve Estragon, Godot’yu beklemek için akşam karanlığında bir yerde yazarın “Ağaçlı kır yolu” diye betimlediği belirsiz bir yerde buluşurlar. Boş boş konuşarak, bir türlü gelmeyen ve asla gelmeyeceği belli olan Godot’yu beklemekten başka hiç bir şey yapmazlar. Ama kaygılıdırlar: Randevu saatini unutmuş olabilirler mi? Godot gelmiş, onları bulamayıp gitmiş olabilir mi? Beklerken ne yapmalı?
BECKETT: ‘GODOT’NUN KİM OLDUĞUNU BİLMİYORUM. VAR OLUP OLMADIĞINI BİLE BİLMİYORUM!’
Godot’nun kim olduğu konusunda eleştirmenler tarafından sayısız tezler üretilmiştir ama Beckett hepsini bir çırpıda silip atar: “Godot’nun kim olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bile bilmiyorum. Ve onu bekleyen iki kişinin buna inanıp inanmadıklarını da bilmiyorum.”
Birinci perdenin ortasında sahneye başka bir çift girer: sert adam Pozzo ve devamlı ezerek aşağıladığı kölesi, tasmalı bir alt insan olan Lucky. Yapıtın amacı insanlık durumunun perişanlığını ortaya koymaktır. İki kafadar tüm insanlığı temsil ederler (Pozzo: “Siz kimsiniz?” / Vladimir: “Biz insanız”).
BİLİMSEL DİLİN PARODİSİ!
Hayatın anlamsızlığının başlıca nedenlerinden biri dilin yetersizliğidir. Beckett gençliğinde derinlemesine okuyup incelediği Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım” formülüne karşı çıkar. Binlerce yıldır filozofların çözememiş olduğu varoluşsal sorunları ele almak için nasıl bir dil kullanabilir?
Düşünmek hayatın mantıksızlığını ortaya çıkarmaktan başka işe yaramaz: Pozzo kölesi Lucky’ye yüksek sesle düşünmesini emrettiğinde Lucky’nin adeta soluksuz söylediği beş sayfalık metin ipe sapa gelmez sözcüklerden oluşan ve bilimsel dilin parodisini yapan bir tirattır.
Dilin yetersizliği Estragon ve Vladimir’in diyaloglarında da karşımıza çıkar zira kendilerini ifade etmek için hep doğru sözcüğü bulmaya çabalarlar. Önünde bekledikleri bitki tam olarak nedir? Bir “çalı” mı? yoksa “ağaççık” mı? İkinci perdede yine tartışırlar. Sıkıntıdan kurtulmak için yapmaya çalıştıkları nedir? Bir “eğlenme” mi? “rahatlama” mı, yoksa “oyalanma” mı?
BECKETT’İN ARAYIŞ VE TEREDDÜTLERİ
Ancak elbette bu arayışların içinde dil değiştirmiş olan Beckett’in kendi arayış ve tereddütlerinin de izi olması gerektir. Kısacası, işlevsiz bir araç olan dilin amacı hep beklemekle geçen hayatın boşluğunu doldurmaktan ileri gidemez: “Beklerken, madem ki sessiz kalamıyoruz, fazla heyecanlanmadan sohbet etmeye çalışalım” der Estragon.
Fakat can sıkıntısı berduşların peşini bırakmaz: “Hiçbir şey olmuyor, ne gelen var ne giden, korkunç bir şey.” Bütün yapmaya çalıştıkları da sadece yaşadıklardan emin olabilmek için sarf ettikleri gayretten ibarettir: “Her zaman bizi var olduğumuza inandıracak bir şeyler buluyoruz, değil mi Didi?”
Zaman doldurulması gerekli bir boşluktur. Pozzo’nun Lucky’ye ettiği eziyeti bile bu şekilde algılarlar: “Böylece zaman geçiriyoruz. /- Zaten geçecekti. /- Evet ama daha yavaş.”
Kurtuluş olanaksızdır ve bekleyişin azabı ölene dek devam edecektir. İnsanlık şiddete boğulmuş ve kötülük iyiliğe ezici bir üstünlük sağlamıştır. Bu yüzden Estragon’a göre, Pozzo ve Lucky’nin gerçek adları aslında Kabil ve Habil olabilir. Bu koşullar altında insanın aklını yitirmesi işten değildir. “Hepimiz deli doğarız. Bazıları öyle kalır.”
Belaların mantıklı bir açıklaması olamaz. İki perde arasında Pozzo’nun neden birden “kader gibi kör”, Lucky’nin de neden sağır olduğunu öğrenemeyiz. Delirmemeyi başarsa bile, insan mutsuzdur.
Adı ironik şekilde “şanslı” anlamına gelen Lucky, bir köledir ve devamlı taşıdığı bavulları omuzlarına çökmüş olan dünya dertlerinin ağırlığıdır.
SORULAR... SORGULAMALAR...
Pozzo’ya “Bavullarını niye hep elinde taşıyor? Yere koyamaz mı?” diye sorar Vladimir ve Estragon, ama birçok metafizik sorunun olduğu gibi, bu sorunun da yanıtı yoktur. “Dünyanın gözyaşları kalıcıdır. Bir insan ağlamaya başlayınca, bir yerde bir başkası susar. Gülmek konusunda da aynı şey geçerli.” der Pozzo. Vladimir “Neyin var senin?” diye sorduğunda, Estragon “Mutsuzum” diye hayıflanır.
Beckett bu durumda dine sığınmanın da bir saflık olacağını ima eder. Özellikle birinci perdede İncil’in çelişkilerle dolu olduğunu gösteren diyaloglar bulunur.
Hıristiyan inancında, İsa kendisiyle birlikte çarmıha gerilen iki suçludan birinin bütün günahlarını bağışlayarak, Cennet’e gideceğini bildirmiştir. Oysa, Vladimir dört İncil’den sadece birinin bunu belirttiğini, diğer üç havarinin bu olaya hiç değinmemiş olmasına rağmen insanların neden buna inandığını bir türlü anlayamadığını söyleyince Estragon şöyle yanıtlar: “İnsanlar keriz de ondan!”
İNTİHAR TEMASI...
Tek çare gibi gözüken intihar, oyunun önemli bir temasını oluşturur: Açılış sahnesinde, iki dost kendilerini Eyfel Kulesi’nden atmayı düşlerler ama bunu yıllar önce yapmış olmaları gerektiğine karar verirler. Artık çok geçtir, o kadar düşkündürler ki son çare de ortadan kalkmıştır: “Artık kulenin tepesine çıkmamıza bile izin vermezler!”
Bu arada Estragon’un gençliğinde Durance nehrinde bir intihar girişiminde bulunduğunu ve onu ölümden Vladimir’in kurtarmış olduğunu öğreniriz. Sahnede iki kez intihar denemesinde bulunurlar.
Bu fikri de devamlı beklemekten usanan Estragon ortaya atar: “Kendimizi assak mı?” Ama cesaret edemezler. Ya ağacın dalı kırılırsa? Ya ip yeteri kadar sağlam değilse? Başka ne yapabilirler ki? Estragon kestirip atar: “Hiç bir şey yapmayalım, ne olur ne olmaz.”
Toplumdan uzak, sessiz bir yaşam sürmeyi tercih etmiş ve koyu bir pesimist olan Beckett’in görüşü, bu noktada Cioran’ın şu düşüncesiyle kesişir: “İntihar etmeye değmez, çünkü insan kendini hep çok geç öldürür.”
BECKETT: ‘TİYATRO HAKKINDA HİÇBİR FİKRİM YOK!’
Beckett’in kökten nihilizmi tiyatro sanatını bile Gogo ve Didi’nin anlamsız çabaları gibi hayatın dayanılmazlığı karşısında bir oyalanma sayar. Bir eleştirmene yazdığı mektupta: “Tiyatro hakkında hiçbir fikrim yok. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Tiyatroya gitmiyorum.” diyen Beckett, oyunun içinde bile kendi sanatını hicvetmekten çekinmez.
Pozzo’nun Lucky’yi çekiştirdiği sahneyi iki berduş aralarında yorumlarlar: “Sanki bir gösteride gibiyiz. / - Sirkte / - Müzikholde.”
Karakterlerin bir oyunun aktörleri olduklarını anımsatan replikleri de bulunur. Pozzo avarelere bir oyuncunun yönetmenine sorması gibi sorar: “Ayağa kalktım, tamam da, şimdi tekrar doğal bir şekilde nasıl oturacağım?”
Başka bir sahnede uzun bir tirat attıktan sonra: “Nasıl buldunuz beni? (…) Cesaretlendirilmeye öyle ihtiyacım var ki! Sonlara doğru sesim biraz zayıfladı, fark ettiniz mi?” der.
BECKETT: ‘YAZIYORUM ÇÜNKÜ BAŞKA HİÇBİR ŞEYDEN ANLAMAM’
Yine de edebiyat Beckett için bir zorunluluk gibidir. Bir gazetecinin “Neden yazıyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı: “Başka bir şeyden anlamam.”
Hayat hep Godot bugün değil ama belki yarın gelir umuduyla geçecek, insan içinde didindiği boşluğu doldurabilecek bir çare olmadığını kabullenecektir.
Oyunun ilk sözleri “Yapacak bir şey yok”, iki perde boyunca sıkça yinelenir ve Beckett yapıtını aynı kapıya açılan şu son satırlar ile bitirir: “Vladimir: - Gidelim mi? Estragon: - Hadi gidelim ! (Hareket etmezler.)”
Burada diyalog ve didaskali arasındaki çelişki insanlık durumunun bir özetidir. Eylemsizlik her zaman eylem arzusuna ket vuracak, yaşamı sonu gelmez bir beklentiye çevirecektir.
İNSANLIK HALLERİ HAKKINDA KOCA BİR KAHKAHA!
Beckett’in mizah öğesini tüm eserlerinde olduğu gibi burada da baştan sona kullandığını görürüz. Yaşadıkları karsısında “Ağlamak zorunda kalmamak için hemen gülüyorum” diyen Beaumarchais’nin kahramanı Figaro gibi Beckett de insanlık halleri karşısında koca bir kahkahadan atmaktan başka ilacımız olmadığına kanidir.
Buster Keaton ve Charlie Chaplin gibi komedi ustalarından da ilham aldığı gibi, (didaskalilerde özellikle betimlediği) melon şapkaları ve siyah giysileriyle Didi ve Gogo’yu yaratırken, Laurel ve Hardy’den de oldukça esinlenmiştir.
Eserin hem trajik hem de bürlesk komedi boyutunu ortaya koyan Jean Anouilh, o dönemin ünlü italyan palyaçolarına değinerek, bu oyunun “Fratellini kardeşler tarafından yorumlanan Pascal’in Düşünceleri” gibi izlenebileceğini söylemiştir.
UYUMSUZ TİYATRO AKIMININ BİR TEMSİLCİSİ
Godot’yu Beklerken genellikle Uyumsuz Tiyatro akımının bir temsilcisi olarak kabul edilmiş, geleneksel kuralları parçalamayı amaçlayan bir oyundur ve Beckett yapıtını istediğimiz gibi yorumlamakta tamamen özgür olduğumuzu bize şu sözleriyle bildirir:
“Estragon, Vladimir, Pozzo ve Lucky’yi, yaşadıkları zamanı ve mekânı, ancak biraz tanıyabildim, anlamaya gereksinim duymadan. Size verecek hesapları olabilir. Kendileri halletsinler. Ben yokum. Onlar ve ben ödeştik.”
Beckett, burada uyguladığı yoksullaştırma yöntemini Oyun Sonu (1957) ve Mutlu Günler (1960) gibi sonraki oyunlarında daha da ileri taşımış, diyalogları iyice minimalist kılarak ulaşılması olanaksız gözüken mutlak bir sessizliğe doğru yol almıştır.
Zira yaşamın anlamının kaybolması, sözcüklerin yok olmasıyla eşleşir ve Hamlet’in ölmeden önce “Ve gerisi sessizlik” demesi gibi, Beckett de son metni olan Sarsılmalar’ı (1988) “Ah, her şeyi bitirmek” cümlesiyle noktalamıştır.
Belki bu son sözleri yazarın tüm yaşamı boyunca aradığı ve arzuladığı sessizliğe, uzun çabalar sonucunda, bir anlamda kavuşmayı başardığı şeklinde algılayabiliriz.
En Çok Okunan Haberler
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Emekliye iyi haber yok!
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!
- İngiliz gazetesinden Esad iddiası
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi