Susurluk skandalı: 3 Kasım 1996'daki trafik kazasının ardından neler yaşandı?
3 Kasım 1996 tarihinde meydana gelen trafik kazası, Türkiye'nin yakın tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor...
* Bu haber BBC Türkçe'de ilk kez 2021 yılında yayımlanmıştı.
3 Kasım 1996 tarihinde meydana gelen trafik kazası, Türkiye'nin yakın tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyor.
Bu tarihte, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde dört kişiyi taşıyan Mercedes marka bir otomobil, benzin istasyonundan çıkmakta olan bir kamyona çarptı.
Otomobildeki üç kişi yaşamını yitirdi, bir kişi ise sağ kurtuldu.
Normal şartlarda belki de gazetelerin sadece üçüncü sayfalarında kendine yer bulacak olan bu olay, aracın içindekilerin kimliği nedeniyle 'derin devlet’ kavramını gündeme getirdi.
O dönemde kamuoyuna ‘sızan’ veya sonradan hazırlanan bazı raporlar, devletin içinde uzun yıllardır bir ‘çetenin var olduğunu’ ve özellikle 1990'larda PKK ile mücadele için oluşturulan bazı birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğünü iddia ediyordu.
Susurluk kazasıyla yaşanan gelişmeleri, ortaya çıkan tartışmaları ve olayın bugünlere kadar uzanan etkilerini inceledik.
KAZA NASIL OLDU, ARAÇTA KİMLER VARDI?
Susurluk'ta seyir halindeki bir otomobil, 3 Kasım 1996'da benzin istasyonundan çıkmakta olan bir kamyonun altında kaldı.
Aracın içinde bulunan eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Gonca Us ve Mehmet Özbay olay yerinde hayatını kaybetti.
Dönemin Doğru Yol Partisi Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak ise yaralı kurtuldu.
Olayın hemen ardından Mehmet Özbay kimliğini taşıyan kişinin birçok suçtan Uluslararası Polis Teşkilatı (Interpol) tarafından aranan Abdullah Çatlı olduğu anlaşıldı.
Böylece bu olayı, basit bir trafik kazası olmaktan çıkaran bir süreç başladı.
Zira Çatlı, özellikle 1970'lerdeki bir dizi karanlık olayla bağlantılı bir isimdi.
Çatlı, 1 Şubat 1979'daki Abdi İpekçi Suikastı, Papa İkinci Jean Paul Suikastı'nın faili Mehmet Ali Ağca'nın Maltepe Cezaevi'nden kaçırılması, 11 Temmuz 1978'de Doç. Dr. Bedrettin Cömert'in öldürülmesi ve tarihe ‘Bahçelievler Katliamı’ olarak geçen, 1978'de Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi öğrencinin Ankara’da öldürülmesi gibi olaylarla ilgili olarak aranıyordu.
Araçtakilerden eski manken Gonca Us’un Çatlı ile ilişkisi bulunuyordu.
Otomobili kullanan ve kaza anında hayatını kaybeden bir diğer isim Hüseyin Kocadağ da daha önce meslekten ihraç edilmiş ancak mahkeme kararıyla geri dönmüş ve dönem dönem bazı organize suç örgütleri ile bağlantıları hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmış bir isimdi.
Sedat Bucak da Şanlıurfa'nın Siverek ilçesinde ağırlığı olan ‘Bucak Aşireti’nin lideri olarak biliniyordu.
Bu aşirete bağlı korucular 1990'lı yıllarda PKK ile mücadelede kolluk güçlerinin yanında hareket eden gruplar arasında yer alıyordu.
Otomobilin içindeki kişilerin kimliği, kazayla birlikte ‘mafya-siyaset-devlet’ üçgeninde, aslında öncesinde de konuşulan ancak ispatlanamayan bir dizi karmaşık ama karanlık ilişkinin su yüzüne çıkmasını tetikledi.
Kazayla ortaya çıkan görüntü, olaydan kısa süre önce kamuoyuna ‘sızan’ ve ‘İkinci MİT Raporu’ olarak bilinen belge ile de örtüşüyordu.
Bu ilişkiler ağı bugün de halen tartışmaların odağında bulunuyor.
KAZA SONRASI NELER YAŞANDI?
Susurluk kazası ve ardından ortaya çıkan ilişkiler ağı, uzunca süre hem siyasetin hem de kamuoyunun gündemindeydi.
Kazanın ardından bazı basın kuruluşları ve gazetecilerin yaptıkları araştırmalar bir dizi ciddi iddianın ve ilişki ağının ortaya çıkmasına neden oldu.
Kamuoyunda oluşan tepkinin neticesinde, bu ilişkilerin açığa çıkarılması, devlet içerisinde yasadışı faaliyetlerde bulunan bir yapının olduğu iddialarının araştırılması ve suçluların cezalandırılması talebiyle ‘Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemi’ başlatıldı.
Sivil toplum kuruluşlarının girişimiyle başlatılan eylemler kapsamında saat 21.00'de ışıkların bir dakika boyunca açılıp kapatılması öngörülüyordu. Daha sonra yürüyüş gibi başka kitlesel eylemler de düzenlendi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde (TBMM) ise Susurluk Araştırma Komisyonu kuruldu.
Yapılan araştırmalar, bu karmaşık ilişkilerin merkezinde dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın olduğuna işaret ediyordu.
Ağar, kazadan kısa bir süre sonra görevinden istifa etti.
Ancak istifa gerekçesi, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın Libya gezisine tepki ve kızının sağlık durumu olarak aktarıldı.
Meral Akşener ise kendisinden görevi devralırken, "Ağar'ın yükselttiği çıta aşağı düşürülmeyecektir" dedi.
Ağar, 16 Ocak 1997'de TBMM'deki Susurluk Komisyonu'nda soruları yanıtladı.
Bazı kritik sorulara, bunların yargıya intikal ettiğini belirterek cevap vermedi.
Bazı konuları hatırlamadığını söyledi.
Ağar bir dönem devlet içinde kendisine "terörle" ilgili olarak, "Bu işi bitirin de ne yaparsanız yapın Allah aşkına" dendiğini söyledi.
Devlete hizmet vurgusu yaptı ve "Bir tek düstur öğrenmişiz, boğazımızdan geçmemek kaydıyla her türlü riski de sırtımızda taşımak suretiyle, devlete, millete hizmet etmişizdir" dedi.
İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Savcılığı, Ağar ve Bucak hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılması istemiyle fezleke hazırladı.
Dokunulmazlıkları kaldırılan iki isim hakkında ‘cürüm işlemek için çete kurmak, hakkında yakalama ve tevkif müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak’ suçlamalarıyla iddianame hazırlanıp dava açıldı.
Ağar, 1998 yılında DGM'de sanık sıfatıyla ifade verdi.
Üç saat süren ifadesinde birçok soruyu ‘devlet sırrı’ olduğu gerekçesiyle yanıtlamadı ve davaya konu birçok olayın yaşandığı tarihte bakan olduğu gerekçesiyle ancak Yüce Divan'da yargılanabileceğini savundu.
DGM, önce ‘görevsizlik’ kararı verdi. Ancak bu karar Yargıtay tarafından bozuldu. Bunun üzerine DGM bu kez ‘yargılanmanın durdurulmasına’ hükmetti.
TBMM Soruşturma Komisyonu da Ağar'ın Yüce Divan'a sevkine gerek olmadığına karar verdi.
Böylece bu aşamada Ağar hakkında Susurluk bağlantılı yargı süreçleri de sona ermiş oldu. Ta ki 2011 yılına kadar.
Bu kez Ankara Özel Yetkili 11'inci Ağır Ceza Mahkemesi, hakkında ‘suç örgütü yöneticisi’ olduğu iddiasıyla açılan davada Ağar'ı beş yıl hapis cezasına çarptırılmasına hükmetti.
Aydın'da bulunan cezaevinde bir yıl dört gün yattıktan sonra denetimli serbestlikle tahliye edildi.
Cezaevi çıkışında bekleyen gazetecilere konuşurken "devlet" kavramına başvurdu: "Devlet 'Gel' dedi geldik, 'Git' dedi gittik."
Ağar, yıllar içinde yaptığı açıklamalarda hayatı boyunca hiçbir gayri resmi emir vermediğini savundu.
DEVLETİN RAPORLARINDA NELER YAZILDI?
Mafya-emniyet-devlet üçgeninde var olduğu öne sürülen ilişkilerle ilgili iddialar her ne kadar Susurluk kazası ile gündeme gelmiş olsa da devletin bazı makamları tarafından çok öncesinden kayıtlara geçirilmişti.
Ayrıca Susurluk kazası sonrasında da hazırlanan çok sayıda rapor ve araştırmada da birçok önemli bulguya yer verildi.
Bu raporlarda yer alan bulgular devletin içerisinde uzun yıllardır bir ‘çetenin var olduğunu’ ve özellikle özellikle 1990'larda PKK ile mücadele için oluşturulan bazı birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğünü iddia ediyordu.
Bu tür raporlardaki bilgilerin önemli bir bölümü birbiriyle parallellik gösteriyor.
'Birinci MİT Raporu’: Dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) Güvenlik Dairesi Müdürü Mehmet Eymür tarafından 1988 yılında hazırlandı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a sunulan bu raporda ‘yeraltı dünyası, polis ve kamu görevlileri’ arasındaki bağlantıya ilişkin bulgular yer alıyordu.
Yirmi üç sayfalık raporda, suç örgütlerinin Özal'a karşı siyasi arenada girişimlerde bulunduğu, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Ünal Erkan ve İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Ağar'ın ‘yeraltı dünyasıyla ilişkileri olduğu’ iddia ediliyordu.
Birinci MİT raporu olarak tanımlanan rapor, çeşitli basın kuruluşlarını gezdikten sonra kamuoyuna sızdı.
Raporu kamuoyuna duyuran, başında o dönemin yasaklı siyasetçisi Doğu Perinçek'in bulunduğu 2000'e Doğru dergisiydi.
Birçok yorumcuya göre belge, devletin MİT ve Emniyet merkezli iki kanadının çatışmasının sonucuydu.
İddialara göre MİT kanadında Hiram Abas, Mehmet Eymür ve sonradan Ağar'a yakınlaşacak Korkut Eken gibi isimler, Emniyet kanadında ise Şükrü Balcı, Ünal Erkan ve Mehmet Ağar vardı.
Bu raporun basına sızmasının ardından Mehmet Eymür ve Hiram Abas görevlerini bıraktı.
Rapordaki bilgilerin kaynağı olduğu öne sürülen Tarık Ümit, 1995'te kaçırıldı ve kendisinden bir daha haber alınamadı.
‘İkinci MİT Raporu’: İlk rapor nedeniyle görevinden ayrılmak zorunda kalan Eymür, 1995 yılında MİT'e Kontrterör Daire Başkanı olarak geri döndü.
Bu dönemde ortaya çıkan ve kamuoyunda ‘ikinci MİT raporu’ olarak bilinen belgeyi Eymür'ün kaleme aldığı öne sürüldü.
Raporda, PKK ve bazı sol örgütlerle mücadele etme "kisvesi altında" başta Abdullah Çatlı olmak üzere Haluk Kırcı, Sami Hoştan ve Yaşar Öz gibi haklarında cinayet ve uyuşturucu kaçaklığı gibi bir dizi suçlama bulunan isimlerin, bir örgüt oluşturduğu iddia edildi.
Rapor, dönemin İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek tarafından Eylül 1996'da, yani Susurluk kazasından yaklaşık 1,5 ay önce düzenlenen bir basın toplantısıyla kamuoyuna açıklandı.
Özellikle eski başbakan Tansu Çiller ve Mehmet Ağar hakkında önemli ifadeler içeren rapor, “Emniyet Genel Müdürlüğü'nce PKK ve Dev-Sol'a karşı faaliyetler için kullanılıyor görüntüsü ile özel bir suç ekibi teşkil edilmiştir” cümlesiyle başlıyordu.
İkinci cümlede, “Tehdit, gasp, haraç, uyuşturucu kaçakçılığı, cinayet gibi suçların içinde olan bu grup genellikle eski Ülkücülerden teşekkül etmiştir” deniyor ve ardından ekleniyordu:
“Grup doğrudan Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'a bağlı olup Em. Gn. Md. Müşaviri Korkut Eken tarafından sevk ve idare edilmektedir.”
Bu arada raporda, Sedat Peker'in de ismi "Ülkücü faaliyetler" notuyla yer alıyordu.
Kazadan önce yayımlanan bu rapordaki iddialar daha sonra hem Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş hem de TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu'nun çalışmalarında detaylı bir şekilde incelenecekti.
‘Üçüncü MİT Raporu’: Susurluk kazasının ardından dönemin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal tarafından hazırlanıp 17 Kasım 1996'da o dönemki Başbakan Necmettin Erbakan'a ‘kişiye özel’ olarak gönderildiği öne sürülüyor.
Susurluk kazası sonrası TBMM Araştırma Komisyonu bu raporu talep etti ancak gönderilmedi.
Ekleriyle birlikte 223 sayfayı bulan bu raporun tam metninin ancak 2013 yılında yayımlanan bir kitapla gün yüzüne çıktığı iddia ediliyor.
Dönemin İşçi Partisi’nin çizgisindeki Kaynak Yayınları tarafından ‘MİT’in Çiller Örgütü Raporu’ adıyla yayımladığı kitapta yer alan metinde, “devlet içindeki kontrolsüz güçlerin varlığından, istihbaratta ve örtülü operasyonlarda çokbaşlılığın bulunduğundan” bahsediliyordu.
“Kontrolsüz güçlerin, bazı siyasi güçlerce veya kişilerce desteklendiğini, devlet adına yapıldığı öne sürülen işlerde dahi büyük miktarlarda maddi çıkarların söz konusu olduğunu (A. Çatlı'nın şirketleri ve mal varlığı gibi) gösterecek nitelikte emarelerin çıkmasına neden olduğu” belirtiliyordu.
Kutlu Savaş raporu: Bu rapor da 1998 yılında Başbakan Mesut Yılmaz'ın talebiyle hazırlandı. O dönemki Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın hazırladığı ve ekleriyle birlikte 240 sayfayı bulan raporda Susurluk kazası sonrası ortaya çıkan iddialar mercek altına alındı.
Raporda, Susurluk kazası meselesinin "bir bütün ve olaylar zincirinden ibaret" olduğu belirtildi; suikast ve bombalama gibi bir dizi faili meçhul olayların Susurluk kazası sonrası "adeta bıçakla kesilir gibi durduğuna" dikkat çekildi.
“Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma içerisinde PKK ile mücadele için oluşturulan bazı grupların zamanla suça bulaştığı” yönünde değerlendirmelere yer verildi.
Kamu kurumlarının bilgi vermede arzulu ve istekli olmadığına dikkat çekilen raporda, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün "çete oluşumlarına karşı genel bir mücadeleye sevk edilmesi" gerektiği vurgulandı.
TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu: Kazanın ardından TBMM'de bir araştırma komisyonu kuruldu ve bu komisyon dört aylık bir çalışmanın ardından bir rapor yayımladı.
Raporda, devletin içinde "yuvalanan çeteler" olduğu belirtilirken, bazı devlet kurumlarının da bu yapıları desteklediği sonucuna varıldı.
Raporun değerlendirme bölümünde şu ifadelere yer verildi:
"Bütün bu gelişmeler sonucunda, çağdaş anlamda hukuk devleti olma yapısından uzaklaşılmış ve devlet içinden de yandaşlar, işbirlikçileri olan yasadışı güçler oluşumuna ve bu güçlerin yasal olmayan şekilde yukarıda belirtilen alanlardan büyük kazançlar sağlamalarına olanak sağlanmıştır. Bu örgütler amaçlarına ulaşmak için, her türlü yasadışı faaliyeti yapar hale gelmiştir.
"Olayların üzerine gidecek devlet görevlilerinin ve vatandaşların güvenliği yeterince sağlanamamış ve söz konusu yasal olmayan güçler her türlü yasal olmayan işlerini kolaylıkla yapar hale getirilmiştir.
"Olayların bu şekilde gelişmesinde, devletimiz adına kamu görevlilerince yapılan bir kısım işlemlerin devlet sırrı kavramı altında saklanması etkili olmuştur. Buna, Korkut Eken'in ‘Silahları nereye verdiğimi söyleyemem. Çünkü devlet sırrıdır' demesi bir örnek oluşturmaktadır."
KAYIP SİLAHLAR MESELESİ NEDİR?
TBMM Araştırma Komisyonu'nun raporunda da bahsi geçen silahlar konusu da Susurluk kazasıyla birlikte gündeme gelen ancak halen tam olarak aydınlatılamamış konular arasında yer alıyor.
Susurluk'ta kaza yapan araçta bir adet Beretta marka silah ve susturucu bulundu.
Yapılan incelemelerde bu silahın Emniyet Genel Müdürlüğü envanterinde göründüğü ortaya çıktı.
İnceleme derinleştirildikçe İsrail tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü'ne hibe edilen Uzi ve Beretta marka yaklaşık 30 silahın çok büyük bir bölümünün kayıp olduğu anlaşıldı.
Yapılan balistik incelemeler, kayıp silahların markasıyla örtüşen silahların 1990'lı yıllardaki bazı suikastlarda kullanıldığına işaret etti.
Yargılama süreçlerinde bu silahların o dönem Özel Harekat Daire Başkanlığı'na verildiği ortaya çıktı.
Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü, resmi yazışmalarda bu silahların envanterinde yer almadığını bildirdi.
Kayıp silahlar konusu, 2010'ların başındaki Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında da gündeme geldi.
O dönem bu silahlar için bazı yerlerde kazı çalışmaları yapıldı ancak silahlar bulunamadı.
Mehmet Ağar, 2012 yılında TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'na o dönem tutuklu bulunduğu Aydın Yenipazar Cezaevi'nde bir ifade verdi.
Ağar silahlarla ilgili, “O silahlar Başbakanlık'tan doğrudan izinle alındı. Terörle mücadele için gerekliydi. Bunların kaydı tutulmaz. Her devlet bu tür şeyleri yapar. Bu tür silah alımları her devlette olur” dedi.
Silahların akıbeti halen netlik kazanmış değil.
Susurluk kazasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen ‘mafya-siyaset-devlet’ arasında ilişkiler tartışılmaya devam ediyor.
En Çok Okunan Haberler
- Korgeneral Pekin'den çarpıcı yorum
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Colani’nin arabası
- Petlas Yönetim Kurulu Üyesi Özcan, uçakta olay çıkardı
- Komutanları olumsuz görüş vermedi, görevlerinden oldu
- 148 bin metrekarelik alan daha!
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Bakanlık 5 ildeki lahmacuncuları ifşa etti