Yıkıntılar arasından geçerken, çiçek açmış ağaçlar gelecek için umutlu bir rüzgâr estiriyor
Yıkıntılardan çıkan kocaman fareler güpegündüz yıkıntıların üstlerinde dolaşıyorlar. Ben dehşet içindeyim, hepimiz biliyoruz ki ortaçağda milyonlarca insanın ölümüne yol açan veba bitmiş değil, pusuda zamanını bekliyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde TKP’li kadınlarla Adana’da buluşup özellikle kadınların sorunlarını onlardan öğrenmek için Adıyaman ve İskenderun’da kurulmuş semt evlerine gittim. Semt evlerindeki coşkuyu, müzik yapan çocukları, acılarını bal eylemiş kadınlarla yaptığım sohbetleri yani yolculuğumun ikinci gününü daha sonra anlatacağım. Şimdi rotamız farklı. Deprem bölgesine gitmeye karar verdim ya bir gün önceden gidip zar zor bulduğum bir uçak biletiyle Adana’ya indim ve beni bekleyen Adanalı dostlarımla Hatay’ın Samandağ ve İskenderun ilçesine ulaştık. Sınırına girene kadar her şey eskisi gibi, şeftali ağaçları çiçek açmış, yol boyunca iki katlı evler dimdik ayakta, seralar her zamanki gibi ama bu bereket, bu bolluk İskenderun’un Erzin ilçesi sınırlarında yerini yüzlerce yıkılmış eve, harap olmuş seralara, gelişi güzel kurulmuş çadır kentlere bırakıyor. Çadır kentlerde elektrik yok, ne yazık ki sahalara atılan toplar buraya ulaşmamış, birkaç çocuk patlak bir topun peşinde koşup duruyor. Bu patlak toplarla oyun oynayan çocukları IŞİD saldırısı sırasında Türkiye’ye sığınan sığınmacılar için Suruç’ta kurulan kamplarda da görmüştüm. Evet ülkemizin ve dünyanın pek çok yerinde çocukların topları hep patlak!
Erzin’den çıkıp yola devam ediyoruz, Dörtyol ve Payas’tan geçiyoruz, yol boyunca sadece yıkılan evler, hastaneler, resmi binalar. Öyle çoklar ki, bir süre sonra yıkılmamış bir ev gördüğümüzde seviniyoruz ama sevincimiz uzun sürmüyor, bu evler oturulamayacak kadar hasarlı ve şimdilik ayakta. Ayrıca deprem öyle bir korku salmış ki, kimseler evlerine giremiyor, kimi yerlerde insanlar koşarak evlerin alt katlarında sağlam kalmış tuvaletlere girip çıkıyorlar, banyo yapılabilen birkaç evi tüm mahalleli kullanıyor.
Samandağ Vakıflar köyünde kadınlar gece gündüz çalışıyorlar. Bal, nar ekşisi, türlü reçellerin paketlenip ülkenin her yerine ulaştırılması gerek. Şöyle diyorlar: “Çalışma, acımızı umuda çeviriyor.”
‘HİJYEN DİYE BİR ŞEY YOK’
Ve yıkıntılardan çıkan fare değil cardınlar (bir tür büyük fare) güpegündüz yıkıntıların üstlerinde dolaşıyor. Ben dehşet içindeyim, hepimiz biliyoruz ki ortaçağda milyonlarca insanın ölümüne yol açan veba bitmiş değil, pusuda zamanını bekliyor. Doktorlar boşuna aşı diye çırpınmıyorlar, tifo, dizanteri, sarılık, kolera gibi ölümcül hastalıklar bölgeyi tehdit ediyor. Çünkü hijyen diye bir şey yok. Ertesi gün TKP’li gencecik kadınlarla Adıyaman ve İskenderun’a giderken tanık oldum, çevre mühendisi ufak tefek bir arkadaşımızın zorlukla taşıdığı kocaman plastik bir kutu vardı. İçinde deney tüpleri, gidilen her yerden su numunesi alıyor çünkü nerelerde içme suyuna kanalizasyon sularının karıştığını tespit etmek çok önemli, kutu sallanmamalı, kutuyu sırayla boş koltukta özenle oturtuyoruz.
Şimdi İskenderun’dayız ama kent merkezine giremiyoruz, yollar enkaz yığınlarıyla kapanmış durumda, Samandağ’da bizi bekleyenler var. Bu nedenle çevre yolundan Hatay’a geçmeye çalışıyoruz. Yolda gene arada yıkılmış köy evleri görünse de eski günleri anımsatıyor. Pembe-beyaz çiçek açmış ağaçlar tuhaf bir biçimde geçmişi ve teselli olacaksa geleceğe dair umutlu bir rüzgâr estiriyor.
‘AMİK OVASI BİZİ SELAMLIYOR’
Belen İskenderun’un bir ilçesi. Ama ilçeye giremeden önce Top Boğazı’nda arabayı süren arkadaşımız yoldan sapıp fayın oluşturduğu bir uçurumun hemen ucunda arabayı durduruyor. İniyoruz, karşımızda muhteşem Amik Ovası göz alabildiğince uzanıyor. Dehşet veren görüntülerden sonra ovayı seyretmek içimizi ferahlatıyor. Ve bu güzel memleketi ele güne muhtaç duruma getiren tüm sağ iktidarlara kızgınlığımız, öfkemiz bir kez daha bizi ele geçiriyor. Bölgede bu deprem için “Amik’in Laneti” diyenler var. Şöyle, Amik Ovası’nda kadim zamanlardan beri yaşamanı sürdüren bir tatlı su gölü var. Yeraltı sularıyla besleniyor ve bu muhteşem ovayı suluyor. Ancak köylüler, bence bölgede daha çok toprak elde etmek isteyen toprak ağaları, Süleyman Demirel hükümeti sırasında “Burada sivrisinek oluyor, hepimiz sıtma olacağız” diyerek gölün kurutulmasını istiyor. Eh oy gelecek ya karar verilip göl kurutuluyor. Beş yıl o kurutulan bölgeden inanılmaz verim alınıyor ama beşinci yılın sonunda her şey kurumaya başlıyor, verim düşüyor. Toprağın büyük bölümüne sahip olan toprak ağaları pek bir şey yitirmiyorlar, kurutulduktan bir süre sonra da topraksız köylülere dağıtılan el kadar küçük toprak parçalarını da köylüler toprak ağalarına satmak zorunda kalıyor. İşte bu nedenle deprem için “Amik intikam alıyor” diyorlar, oysa doğa intikamcı değildir. Doğayı değiştirirsen o da sana küser.
Yolumuzun üstündeki ilçe Belen. Belen diye bir ilçe yok artık, oysa bir zamanlar eğlence yerleriyle ünlüydü. Şu günlerde eğlence de tarih öncesinden kalmış gibi.
ANILAR BİR TOZ BULUTU
Kent merkezine giremeyip çevre yolundan gittiğimiz için İskenderun’un arka mahallelerini ve yıkılan evleri izliyoruz. Öyle bir an geliyor ki, ben içimden “Yeter!” diye bağırıyorum. Çünkü çocukluk anılarım gözümün önünde birer birer yitiyor. Ben bu kentte çok denize girdim, o zaman pahalı olan muz burada ucuzdu ve Antep’deki evimize muz hevenkleri taşırdık. Birden kendimi çimdikliyorum, benim anılarım tamam da milyonlarca insanın tüm anıları bir toz bulutu gibi uçup gitti. Kendine gel kızım!
Burada bir not düşmek istiyorum. Belen’de, İskenderun yolu üstünde su almak için durduğumuz sağlam kalmış benzin istasyonlarında rastladığım insanlara İskenderun Limanı’nda çıkan yangını soruyorum: “Ne yandı da böyle beş gün sürdü, söndürülmedi?” Neyse birileri yanıt verdi: “Ne yandığı herkesin bildiği bir sır!”
(MÖ 13. yüzyılda yaşayan Hitit kralı Suppiluliuma olup biteni şaşkınlıkla izliyor.)
İNSANLAR GÖÇ EDIYOR
Gene aynı görüntüler... Tek bir kahve yok, tek bir bakkal dükkânı, tek bir eczane yok. Sadece belli noktalarda yemek dağıtılıyor. Çadıra sığınan Ziraat Bankası önünde yemek kuyrukları gibi hatta daha uzun kuyruklar. Nedenini soruyorum. Ziraat Bankası’ndan depremzedelere bir seferlik on bin lira veriliyormuş. Nakliye masrafları için. Evet söylemeyi unuttum, bütün yol boyunca yorganların, yastıkların, beşiklerin tıka basa doldurulduğu nakliye kamyonlarını gördük. İnsanlar göç ediyor, tıpkı Suriye’den göç edenler gibi. Kurtarabildikleri birkaç ev eşyasıyla, umarım fotoğraf albümlerini, çocuklarının sünnet resimlerini, kızlarının düğün resimlerini alabilmişlerdir umarım.
Az sonra 34 hanelik Vakıflar köyündeyiz. Getirdiğimiz erzakları hep birlikte köyün merkezindeki kapalı toplanma yerine taşıyoruz. Köyde pek çok ev yıkılmış, müze olarak kullanılan Ermeni Kilisesi Surp Asdvadzadzin Kilisesi de! Burası, ülkemizdeki Ermeni nüfusunun yaşadığı tek köy. Köyün bir yanına çadır kurulmuş, öte yanı silme portakal ağaçları olan meydanda oturuyoruz, çaylar geliyor.
KİLİSE İÇİN PARA GEREK
Arabadaki arkadaşlarımıza geçmiş yıllarda bir süreliğine ev sahipliği yapmış Elena ve oğlu bizi evinde misafir ediyor. Köyün ileri gelenlerinin toplanıp köy ekonomisini geliştirmek için projeler oluşturdukları balkon yıkılmamış. Yeniden bu balkonda oturmak herkesi mutlu ediyor. Bu arada merkezdeki ana toplanma yerinde köyün kadınları harıl harıl çalışıyorlar. Kadınlar burada 32 kişilik bir kooperatif kurmuş. Reçeller, ballar, nar ekşileri paketleniyor; İstanbul Ankara, İzmir’e gönderilecekler çünkü yıkılan evler için, yıkılan kilise için elde para olması gerek. Elena’nın oğlu veteriner. Hatay’daki ikinci depremde tüm araç gereçleri, ilaçları sular altında kalmış, kurtarabildiklerini kurtarmış. Hatay’da bir ay önce harıl harıl işleyen 62 veteriner kliniğinden üçü ayaktaymış ama onlar da yarı hasarlı ve ilaç sıkıntısı had safhadaymış. Bölgenin büyükbaş hayvanlarını şarbon hastalığı tehdit ediyormuş. O şimdi Eczacılar Odası’ndan gönderilecek ilaçları bekliyor ve her zaman başvurduğu İngilizce bir meslek kitabını yaprak yaprak kurutmaya çalışıyor, okuldan aynı dönemde mezun olan 12 arkadaşının yitirmenin acısıyla.
YIKINTILAR ARASINDA
Vakıflar köyünden çıktığımızda hava kararmıştı ve yeniden Adana’ya doğru karanlık bir yolda, Ay’ın aydınlattığı yıkıntılar arasında yol alıyorduk. Hiç kimse konuşmuyordu.
IŞIL, AĞLAMAK YOK!
Samandağ hikâyeleriyle ünlüdür. 68’li yıllarda bölge pek çok devrimciyi saklamıştır. Pek çok devrimci buradan Suriye’ye geçmiştir. Hikâyeleri bol bir bölgedir. Ama artık o hikâyeleri anlatacak kişiler öyle azalmış ki, içimden ağlamak geliyor ama arabaya bindiğimde kendime tembih etmiştim: Işıl ağlamak yok!
YARIN: ÇOCUKLAR MÜZIK YAPTIĞINDA AY BULUTLARIN ARASINDAN ÇIKIVERDI
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Yeni Ortadoğu projesi eşbaşkanı
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- ‘Yumurtacı müdire’ soruşturması
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 6 asker şehit olmuştu