Doğuda bir kasabada, yaşları yirmi beş, otuz civarı genç Kürtlerle bir masadayız.
Yemek yiyoruz.
Bir saatlik bir mesafede bir mahalle ateşler içinde yanıyor. Mahalleden üst üste ölüm haberleri geliyor.
Sitemle soruyorlar “Batı neden sessiz burada olan bitenlere?”
“Çünkü batıda başka bir hayat var” diyorum; “Sizin gerçeğinizle bizim gerçeğimiz bambaşka”.
Ayranlar geliyor.
“Ama bu sessiz kalmalarını gerektirmez” diyorlar.
“Sessiz değiller zaten; ellerinden geleni yapıyorlar ama silahlı mücadelenin sert iklimine herkes sizin gibi olumlu bakamaz; bunu isteyemezsiniz” diyorum.
Salatayı kaşıklıyoruz.
“Başka çaremiz yok” diyorlar.
“Sadece birkaç ay... Demirtaş gibi şahane bir insan son derece çağdaş ve esprili bir dille Kürtler adına politika yapmaya başladı ve en radikal ulusalcılar bile dönüp Kürt hareketine destek verdiler” diyorum. “Silahı tamamen bıraktığınız, hendeklerden vazgeçtiğiniz noktada her şey değişecek, biliyorsunuz”.
“Ama devlet bırakmıyor silahı; bizi durduk yerde öldürüyor; Suruç’ta, Ankara’da bize yaptıkları ne olacak” diye soruyorlar.
“İşte bu olacak; siz ölmeye ve öldürmeye devam edeceksiniz; silahlı mücadele ile devlet terörü arasında sıkışıp kalan vicdanlar suskunlaşacaklar; o kısacık mucizevi barış döneminde size yakınlık duyanlar başlarını yeniden kuma gömecekler ve mesele eskiden olduğu gibi yine ait olduğu yere; çıkmaza girecek...”
Tatlıları söylüyoruz.
“Ne yapsaydık, susup bizi öldürmelerini mi seyretseydik” diyorlar.
“Savaş istemeyen herkes tam anlamıyla vicdani retçi olduğu zaman; düzenli düzensiz tüm ordulara katılmayı reddettiği zaman barış gerçekten gelecek” diyorum.
“Bu imkânsız” diyorlar.
“Evet imkânsız; bunun imkânsız olduğunu ülkelerinin görkemli ekonomisini savaşlara borçlu olan büyük silah tüccarları bizden daha iyi biliyorlar. O yüzden öfkeler sistem tarafından, devlet maşasıyla ateşlenebilir bir halde hep burnun ucunda tutuluyor. O yüzden bizi zoraki bir şekilde birbirimizden ayıran kimlikler sanal dövmeler gibi alnımızın tam ortasına lanet gibi çakılıyor” diyorum.
Bir süre karşılıklı susuyoruz.
“Ama Kürtlere yıllarca neler yaptı bu devlet!” diyorlar; “Dilimizi yasakladı, sürgüne gönderdi, aç bıraktı, işkence yaptı, hor gördü...”
“Devlet yıllarca bu bölgede sizi köle gibi kullanan aşiretlerle işbirliği yaptı; sömürü üzerine kurulu bir düzende sizi devlet, bir ayağı Meclis’te, bir ayağı bu topraklarda olan zengin Kürtlerle birlikte harcadı; onu da unutmayın” diyorum.
Tatlının üzerine su içiyoruz.
Ardından kahve.
“Evet ama biz o aşiret ağalarıyla da savaşıyoruz; biz artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz” diyorlar. “Kendi kaderimize sahip çıkmak istiyoruz.”
“Doğrusu da bu” diyorum “Kendi devletinizi kurmalısınız ve bizim gibi kendi devletinizin kötülükleriyle, iki yüzlükleriyle tanışmalısınız; devlet kurmanın bedelleriyle yüzleşmelisiniz”.
“Bizimki öyle olmayacak ama” diyorlar.
Gülümsüyorum. Gülümsüyorlar.
Bir arabaya doluşuyoruz... Kasabalar arası devriye gezen tankların, TOMA’ların, arasından işgal altında bir ülkede gezer gibi yakınlardaki başka kasabalara gidiyoruz.
Yüzlerce yıl önce yapılmış yapıların harabelerine uzaktan bakıyoruz.
“Kürt ya da Türk diye bir şey yok biliyorsunuz değil mi; sadece kültürel farklılıklar bunlar... Kanımız ve tenimiz, genlerimiz aynı... Alevi, Şii falan da yok; Müslüman, Süryani... hepsi saçmalık; öğrenilmiş kültürler üzerinden sanki farklı ırklarmışız gibi asırlardır birbirimize düşüp duruyoruz.”
“O değil de” diye fısıldıyor kulağıma içlerinden biri: “Şu vicdani ret meselesi önemli... Aslında ben de senin gibi düşünüyorum. Ama biz bunları konuşamayız burada. İhanet sayılır...”
Yine susuyoruz.
“Kahve içelim mi şu kıl çadırda” diyorlar.
İçerisi loş, dışarısı aydınlık... Soğuktan buharlaşan nefeslerin ardında yüzler silikleşiyor, sesler titriyor, kelimeler donuklaşıyor...
O an, birlikte günler, geceler geçirdiğim bu yüzleri ve isimleri hızla unutmak istiyorum.
Bu korkunç savaş sürdükçe, onları üzücü bir haberin görüntülerinde ya da acılı bir listenin içinde görüvermekten ölesiye korkacağım.
Ama konuştuğumuz şeyleri asla unutmayacağım...
Bir zamanlar Güneydoğu’da... Ateşin tam ortasında...
Bunları konuşabildiğimizi, birbirimizi dinlediğimizi ve birbirimizin düşüncelerini, endişelerini önemsediğimizi unutmak da buralarda umuda ihanet sayılır...
Bir zamanlar Güneydoğu’da...
Yazarın Son Yazıları
Yanık saraylar
Patron çıldırdı
‘O kadar istiyorsan eve bir mülteci al besle’
Vatandaşın evi
Mültecinin evi
Atinalı Sokrates’ten Boğaziçili direnişçilere
Sizin hiç silahınız çalındı mı?
Uçağın kadar konuş!
Merve’nin kaderi ve bizim kaderimiz
‘Ben Aziz Nesin...’
Çocuk tacizinin önlenemeyen devamlılığı
Her şey ‘gerçekten’ çok güzel olsun diye...
O çocuklar sizi hiç sevmeyecekler
Katil belli, refleks belli, sonuç belli
Gazeteciliğin karanlık yüzü
‘Hadi’ ama kime hadi?
Mafyayı bilmek ve mafyayı anlamak
‘Ne oldu? Öldürdün mü?’
‘O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz!’
Neyi bekliyorsunuz?
Kimin lehi, kimin aleyhi?
Mafyanın ve iktidarın selameti, ülkenin kıyameti
Gençliğe hitabe
Sen de vaat edilmiş, ben diyeyim işgal edilmiş
Devlet, mafya ve siyaset üçgeni değil, dairesi
Çocuklarımızın ismini neden Deniz koymuştuk biz?
Temel ihtiyaçlar listesi
Beş maymun* ve bir toplum
İnsanlığın aydınlık ve karanlık yüzü
Bugün 23 Nisan, öfke doluyor insan!
Burada yazar ne demek istemiştir?
Geçmiş olsun Ahmet Altan
‘Patates soğan, güle güle Erdoğan’
‘Darbe’nin kelime anlamı ve bizim için anlamı
Günün mönüsü: Emekli generaller
Geniş kalçalı ve çok memeli kadın tanrılar
Kokain cesareti
İktidarın yüzüncü yıl fantezisi belli, peki ya sizinki?
Siyasi başarısını;
Tek parti, tek akıl, tek uçurum