ABD dış politika ve savunma
çevrelerinde, ABD’nin dünyada
olayları biçimlendirme kapasitesindeki
zayıflamaya paralel,
tarihte Roma İmparatorluğu’nun
çöküşünü izleyen parçalanmayı,
istikrarsızlık koşullarını anımsama
eğilimi güçleniyor.
Bu eğilimin anahtar kavramı
“Yeni Ortaçağlar”. Financial
Times’dan Gillian Tett’in bir yorumu,
bu eğilime, “Arap Baharı”
kavramının yerine kullanılmak
üzere bir de “devrimler” kavramının
eklendiğini düşündürüyordu.
Tett, geçen ayın başında yapılan
Aspen Institute toplantısında,
ABD dış politika duayenlerinden
adını vermediği birinin, üst düzey
iş çevrelerinden, politika görevlilerinden
bir gruba yaptığı sunumda
“Tarihte, ABD’ninki dışındaki
devrimlerin sonunun iyi bitmediğini”
savunarak “eğer tarih olağan
seyrini izlerse “gelmekte olan bir
altüst oluş, karışıklık dönemine
hazırlıklı olmamız gerekiyor” dediğini
aktarıyordu. Tett bu tartışmada
“Arap Baharı” kavramının yerini
artık olumsuz anlamda “devrimler”
kavramının aldığını söylüyor.
Aspen’deki tartışmada bir grup,
“ABD’nin Ortadoğu’ya yalnızca
insani nedenlerden değil, İslamın
aşırı versiyonlarının yerleşmesini
önlemek için de güçlü bir biçimde
müdahale etmesi gerektiğini”
savunurken bir başka grup, bu
“sürece karışmanın çılgınlık olduğunu,
devrimlerin berbat tarihini
düşününce, büyük olasılıkla müdahalenin
işleri daha da kötüleştireceğini”
savunuyormuş. Bir eski
askeri lider “ABD halkı küreselleşme
karşısında ezildi, savaşlardan
yoruldu” diyormuş.
Toplantıya katılanlar, ABD’deki
son mali tartışmaların ABD’nin
seçeneklerini azalttığını, gücünü
zayıflattığını da anlatıyorlarmış.
Tett’e göre bundan sonra, bir
ABD lideri konuştuğunda ya
da tweet attığında, “bahar” mı
diyor, yoksa “devrim” mi diyor
dikkat etmekte yarar var.
Anarşi ‘yeni normal’
Mali kriz başladığından
bu yana, ABD merkezli Batı
üstünlüğünün sonuna gelindiğine
ilişkin bir algı, sanırım
giderek güçleniyor. Batı’da ABD
hegemonyası “düzeninden”
(“imparatorluktan”) sonra ne gelecek
sorusu üzerine düşünen,
analistlerin ilk durağı, Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünden
ulus devletlerin ortaya çıkışına
kadar geçen, şehir devletleri,
dini örgütlenmeler, aşiretler,
yerel feodal yapılar tarafından
yönetilen, Federici’nin çalışmasını
da eklersek (Bkz. Global
Politikültür, 25/07/2012) haydut
sürülerinin, kilise karşıtı komünal
çetelerin mülkiyeti, düzeni tehdit
ettiği ortaçağlar oluyor.
Bu analojiden hareketle oluşmaya
başlayan paradigmanın
içinde, Robert Kaplan’ın 1994’te
yayımladığı “Gelen Anarşi”
başlıklı denemesinden bu yana
anarşi, devletsiz bölgeler,
yönetilemeyen kentler, terörizm
kavramları giderek öne çıkıyor.
Kısacası Batı “imparatorluğu”,
bizden sonra “kaos” geliyor diye
düşünürken “imparatorluğun”
merkezinde uzmanlar bu yeni
durumu tanımlamaya, yönetmeye
uygun yaklaşımlar geliştirmeye
çalışıyorlar.
ABD Foreign Policy Research
Institute (1955 kurulmuş) Saha
Çalışmaları Direktörü David J.
Danelo’nun “Yeni Normal Anarşidir:
21. Yüzyılda Sıra Dışı Yönetişim
ve Devlet Becerileri” başlıklı
denemesinde yukardaki sorunlara
çözüm arıyor. Danelo, birçok
devletsiz bölgede, özel güçler
bünyesinde asker olarak görev
yapmış biri; Somali’de, Mali’de
devletsizliği Ortadoğu’da Suriye,
Lübnan, Irak gibi bölgelerde
dağılmayı, anarşiyi kabullenmek,
devlet kurmaya çalışmak yerine
(ulus devlet en iyi yönetim biçimi
olsa bile) aşiretler, kent yönetimleri,
etnik gruplar gibi yerel
iktidar merkezleriyle çalışmanın
yollarını bulmak gerektiğini
savunuyor.
Danelo, Suriye ve Ortadoğu
bağlamında, Kürt peşmergelerinin
askeri gücüne, Batı’ya
yakınlığına, El Kaide gibi gruplara
karşı savaşma kapasitesine, benimsedikleri
ılımlı İslama özellikle
önem veriyor. Danelo, “Anarşik
zamanlara geçtiğimize göre”
artık bu yeni duruma ilişkin devlet
politikaları, güvenlik stratejileri
geliştirmek gerekir diyor.
Yalnızca ‘Batı’
değil ‘yükselen
güçler’ de...
Batı’ya bakınca ilk
önce Avrupa’nın sonu
gelmeyen krizi dikkat
çekiyor. FT’den Philip
Stephens de, “Avrupa
bölgesi yönetimi
işlemiyor, ama ABD de
aynı durumda”, diyerek
her yıl dünya ekonomisini
uçurumun kenarına
getirerek piyasaları
paniğe sürükleyen,
bütçe ve borçlanma sınırı tartışmalarına,
dış politikada yaşanan,
ABD müttefiklerini bezdiren “U”
dönüşlerine işaret ediyor.
Atlantik’in karşı yakasında
Foreign Policy dergisindeki
denemesinde (FP:18/10), James
Traub tarihçi, Paul Kennedy’nin
ünlü “Büyük Güçlerin Yükselişi
ve Yıkılışı” çalışması üzerinden
ABD’nin bugünkü durumuna
ilişkin oldukça kötümser bir resim
çiziyor. Kennedy, kitabında “imparatorlukların
çıkarlarının, yayılma
gereksinimlerinin, kaynaklarını aşmaya
başladığı noktada çöküşün
başladığını” savunuyordu.
Traub’a göre ABD’nin durumu,
çok fazla yayılmaktan ziyade dünyada
liderliğini koruyabilmek için
ülke içinde yapması gerekenleri
yapamamasından kaynaklanıyor.
ABD, eğitime gereken kaynakları
ayıramadığı için artık eskisi gibi
yetkin kuşaklar yetiştiremiyor,
ülkesinin altyapısını yenileyemiyor,
sanayiden kaynak yaratamadığı
için, adeta ateşle oynarcasına
finansallaşmaya başvuruyor. İki
parti arasındaki çatışmalar ekonomi
yönetimini felç ediyor.
Birleşmiş Milletlerin “2013
Kalkınma Raporu”na göre sanayi
kapitalizminin tarihinde ilk kez
Çin, Hindistan ve Brezilya’nın
toplam üretimi, Kanada, Fransa,
Almanya, İtalya, İngiltere ve
ABD’yi yakalamış. Bir, McKinsey
Institute araştırması geleceğin en
dinamik kentler listesinin başına
Şanghay ve Sao Paulo’yu koyuyor.
Alman ve Fransız kentleri ilk
50 içinde yer almıyor. Çin için artık
“kıymetli minerallerin OPEC’i”
kavramı kullanılıyor.
Yükselen güçler yükseliyor,
özgüvenleri artıyor, Batı’ya karşı
cephe oluşturuyorlar, ama “yeni
ortaçağların” anarşisine bunlar
da düzen getirebilecek gibi
görünmüyor.
Der Spiegel’de yazan Erich
Follath’a göre yükselen güçlerin,
ekonomileri yavaşlamaya
başlarken mega kentler oluşurken
önemli iç sorunlar, toplumsal
huzursuzluklar, halkın özgürlük
talebi, protesto gösterileri (sınıf
mücadeleleri. Kaynak sorunları-
EY) artıyor.
Çin’in kaynak arayışı çabalarıyla
girdiği Afrika’da, ABD’nin askeri
harcamalarını hızla artırması, (Los
Angeles Times, 20/10) terörizme
karşı mücadele bağlamında
Fransa’nın askeri varlığını
genişletmesi, Suudi Arabistan’ın,
ABD politikalarına itiraz ederken
Çin’le ilişkilerini geliştirmeye
çabalaması, gerileyen güçlerle
yükselen güçlerin yollarının 19.
yüzyılı anımsatan bir biçimde
kesişmeye başlayabileceğini
düşündürüyor.
ABD ordusu hâlâ dünyada
rakipsiz, ama bu güç her girdiği
yerde yeni “anarşik bölgeler”
yaratıyor. Tom Engelhard’ın
“Minik Savaşlar ve Mikro
Çatışmalar Dönemine Giriyoruz”
başlıklı denemesindeki
saptamalar da “yeni ortaçağlar”,
“anarşi yeni normal” kavramlarıyla
tanımlanmaya çalışılan manzaraya
tamamen uyuyor.
‘Yeni Ortaçağlar’ ‘Minik Savaşlar’
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...