Laik burjuvazimizin kabuk değişimi

22 Ekim 2016 Cumartesi

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç, Washington’da “Kur’an Sanatı” sergisinin açılışında konuşuyor:

“İslâm hoşgörü dinidir. İnsani değerleri, sevgiyi, birliği yüceltir. Ancak maalesef bugün Müslümanlığın Batı’da algılanışı, bu hümanizm ve hoşgörü anlayışından çok uzak. İslâm dininin ve 1,7 milyar Müslümanın terörle ve şiddetle bağdaştırılmaya çalışılması elbette bizleri hem üzüyor hem de kaygılandırıyor” (Cumhuriyet, 21 Ekim 2015).

Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı konuşuyor:

“İslamofobi zehirdir ve yenmek gerekir. DAEŞ ve El Kaide gibi örgütler İslâm’ı ve Müslümanlığı temsil etmez. İslamfobi endişesi esasen Batı karşıtlığını da körüklüyor. Bu kavramın kullanılmasıyla nefret söylemi de yaygınlaşıyor, o yüzden bu kavramın ve yarattığı endişenin mutlaka ortadan kaldırılması lâzım” (akt. Fikret Bila, “İslamofobinin Politik Sorumluluğu”, Hürriyet, 22 Ekim 2016).

Sabancı ailesinin 3’üncü kuşak temsilcilerinden DEMSA Holding kurucusu Demet Sabancı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’ye yönelik yurtdışı algısını değiştirme ihtiyacına binaen konuşuyor:

“Ne yapılsa az gelir. İçine itildiğimiz durumu herkes kendi alanında dünyaya anlatmalı. Ben şahsen bu süreçte maksimum gayret göstermeye çalışıyorum. Sanırım küresel bir güç mücadelesi yaşanıyor ve Suriye bunun için sadece bir gerekçe. Türkiye’nin güçlü durması lâzım. Bana göre dışarıda yapılacak her türlü çalışma önemli ama asıl çabayı vatandaşlarımızın birlik ve beraberliği için göstermeliyiz” (akt. Elif Ergu, “Cumartesi Sohbetleri”, Hürriyet, 22 Ekim 2016).

***

Doğuşunu, serpilmesini ve kökleşmesini Kemalist Cumhuriyet’e borçlu laik burjuvazimizin post-Kemalist ve neo-Osmanlıcı “Yeni Türkiye”ye intikalinin tiradı olarak kayıt düşülebilecek sözler bunlar.

Bir bakıma “Yeni Türkiye”nin laik burjuvazi nezdinde de kurumsallaştığının, yerleşikleştiğinin, kaçınılamazlaştığının işareti sayılacak ifadeler aynı zamanda…

Söylenenlere kategorik olarak itirazımız mı var, hayır. Söyleyenlerin kötü niyetli olduğunu mu düşünüyoruz, hayır. Yapmaya çalıştıklarına karşı mı çıkıyoruz, ona da hayır.

Sadece söylenen söze ve söyleyenlere değil, “söyleten” duruma ve söyletenlere bakmak önerisiyle kaleme alıyoruz bu yazıyı…

***

Çok değil 3,5 yıl öncesinde Gezi olayları patladığında da..

Sonrasında 17-25 Aralık süreci yaşanırken ve 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’ne yol alınırken de…

Ardından Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri döneminde de…

Aynı laik burjuvazimizin böylesi İslamofobi-karşıtı bir söylem pratiği ile karşımızda olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hayır.

Aksine, belirttiğimiz zaman kesitinde İslamofobi eleştirisinden ziyade bir dinbaz iktidarın “İslamofaşizan” pratiğinden şikâyetçi oldukları ileri sürülebilir.

Türkiye’nin 2002’den başlayarak yurtdışında yaygınlaşmış “ılımlı İslâm” algısının özellikle Gezi sürecinden sonra tuzla buz oluşuna karşı çıkan değil, bunu tasdikleyen bir tavır sergiledikleri iddia edilebilir.

Hatta İslamofobi eleştirisi yapmak yerine, bir tür “yerli-İslamofobik” duygu ve itkiyle hareket ettikleri kaydedilebilir.

***

Daha önce de pek çok vesileyle yazdım: İslamofobi ve İslamofaşizm ikiz kardeştir.

“Siyam İkizleri” gibi birbirini besleyen ve birbirinden beslenen ikiz kardeştir onlar…

Bu nedenle esas yapılması gereken, onları her daim birlikte sorunsallaştırmaktır.

Çünkü sadece İslamofaşizmin üzerine gittiğinizde İslamofobinin; yalnız İslamofobiyi lânetlediğinizde de İslamofaşizmin ekmeğine yağ sürersiniz.

Bir dönem başka umutlar, öngörüler ve hesaplarla İslamofaşizmin ayak seslerinden dem vurup da sonra hesap dönünce onu paranteze alarak İslamofobiye vurmaya başlarsanız olmaz. Samimi de olmaz, inandırıcı da olmaz, ikna edici de olmaz.

Gezi’de ve 7 Haziran’da İslamofobi karşıtlığından eser yokken 1 Kasım tekrar-seçimi ve 15 Temmuz darbe girişiminin sonucu beliren yeni politik iklimde İslamofobiyi dilimizden düşürmüyorsak, elbette buna düşülecek bir şerh vardır.

Demek ki yeni dönem, yeni normal, “Yeni Türkiye” artık sizin üzerinizde hükmünü tam mânâsıyla icra etmektedir.

O yüzden Türkiye’nin tanıtımını yaparken; “İslâm hoşgörü dinidir” derken; “İslamofobi zehirdir” hükmünde bulunurken…

Batı’ya bunlar üzerinden iğneyi batırıyor…

Ama çuvaldızı batırmanız gerekene batırmayıp avucunuzun içinde sıkı sıkı saklıyorsunuz!..

***

Somutlaştıralım!..

Vuslat Doğan Sabancı yukarıda kaydedilen sözleri sarf ettiği, Doğan Grubu’nun Atlantik Konseyi ve Smihtsonian Enstitüsü’yle birlikte Washington’da düzenlediği İslamofobi konulu panele ilahiyatçı-felsefeci ve bu memlekette İslâm’ın en modern-liberal yüzlerinden Prof. Mehmet Aydın’la beraber gitmiş. Aydın da panelde bir konuşma yapmış.

Mehmet Aydın AKP’nin Türkiye siyasetine “ılımlı” bir başlangıç yapıp “liberal İslâm” ümidiyle dünyanın ufkunda belirdiği dönemde devlet bakanlığı yaptı. Sonra sessiz sedasız kayıplara karıştı.

Çünkü ülkede kendisini garantiye alıp dinbaz-mutaassıp yeni bir “inşa dönemi” başlatan AKP’de artık onun fikriyatı hükümsüzdü.

İktidar bünyesinde “akıl hocalığı” olarak onun bıraktığı boşluğu Müslümanlığın farklı olanı hoş görmesinin mümkün olmadığını ileri sürüp farklılıklara ancak “tahammül” edebileceğini savunan, İslâm’ın laik demokrasiyle bağdaşmadığını söyleyen Prof. Hayrettin Karaman doldurdu. O da kesmez oldu, Shakespeare’i “Şeyh-pir”leyen Kadir Mısıroğlu’na açıldı dinbaz iktidar sofrası…

Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken Türkiye bağlamında bu zehri besleyen tasarruflara nasıl imza atıldığını da olup biteni hayli “içeriden” bilen Mehmet Aydın’a anlattırsaydı ya o panelde!..

***

Türkiye’de burjuvazi zayıftır, çünkü varlığını bürokrasiye borçludur.

Cumhuriyet’i kuran laik bürokrasi, laik burjuvaziyi yarattı, önünü açıp gürbüzleştirdi ve bir parça gecikmeli olarak da kurumsallaştırdı. (TÜSİAD 1971’de kuruldu.)

Ama hiçbir zaman devlet karşısında daha etkin bir konuma getirmedi.

Yani Türkiye’de devletin bir burjuvazisi oldu. Burjuvazinin, kendisine tâbilik anlamında bir devleti oldu demek o kadar kolay değil.

12 Eylül darbesini izleyen 1980-sonrası süreçte Türk-İslâm Sentezi ideolojisi doğrultusunda giderek muhafazakârlaşan bürokrasi, Özal’ın virtüözlüğünde ve zamanla çevreden merkeze doğru hareketlenecek şekilde bir dindar-muhafazakâr burjuvazi yarattı. Ve onu kısa zamanda kurumsallaştırdı. (MÜSİAD 1990’da kuruldu.)

Bu “Müslüman burjuvazi” de devlet karşısında hiçbir zaman daha etkin konuma gelmedi. Ama AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde başlangıçta rahatsız ve direniş içindeki laik burjuvazi karşısında iktidara hayati bir destek verdi.

Gezi süreci aslında bu ülkede kültürel (yaşam-biçimi) olarak iki parçaya keskince bölünmüş toplumun, iki ayrı burjuvazi üzerinden de seyreden bir çatışmasıydı.

***

Gezi olaylarından bugünlere yaşananlar, laik kesimin ekseriyetinde olduğu gibi laik burjuvazimizde de belli ki bu iktidarın bir “yenilmez armada” haline geldiği algısını çaresizlik ve karamsarlık içinde iyiden iyiye pekiştirmiş durumda.

O yüzden Türkiye’nin yurtdışı algısını değiştirmeye, bu algının “içeri”den ve iktidardan kaynaklanan nedenlerine parmak dudağa götürülüp “Şıışşşt” çekilerek girişiliyor.

O yüzden İslamofobi’ye vurgu yapılıp karşı durulurken onu besleyen ve sadece IŞİD’le, El Kaide ile sınırlanamayacak şekilde “içimizden” de kaynaklanan İslamofaşizan tasarruflar, pratikler, görüşler kamufle ediliyor.

Ve o yüzden Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken, o zehrin aslında kendi içimizden de membalandığını…

Mutlaka biliyor, görüyor da…

An itibarıyla bilmemezlikten, görmemezlikten geliyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları