Geçen hafta Prof. Arno Mayer, Counter Punch’daki yazısında, Gibbon’un, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünü ayrıntılı biçimde analiz eden ünlü yapıtını anımsatıyordu. Gibbon, yapıtında “Geriye bir soru daha kalıyor: Nasıl bu kadar uzun süre ayakta kalabildi?” diye yazıyor, cevap olarak da “şiddet ve savaşın” bu çöküşü geciktirmekte önemli rol oynadığını saptıyormuş. Bu yazımın başlığı Gibbon’u anımsayınca oluştu. Yine gerileyen bir “imparatorluğun” çıkardığı savaşlardan, uyguladığı, tetiklediği şiddetten, entrikalardan kaynaklanan kan ve gözyaşına tanık oluyoruz.
ABD hegemonyası geriliyor. 11 Eylül’ün hemen arkasından yayımlanan 2001 Savunma Dört Yıllık Gözden Geçirme Raporu’nu değerlendirirken vurguladığım gibi örnek olma, liderlik etme kapasitesi, dünya ekonomisi içindeki yeri zayıflamaya, dolayısıyla hegemonyası gerilemeye başlayan ABD, dünyadaki ayrıcalıklı konumunu korumak için, şimdilik rakipsiz olan askeri gücüne giderek daha fazla, dayanarak şiddete başvurmaya karar vermiş görünüyor.
Irak savaşı ABD’nin tüm dostlarının, rakiplerinin gözlerini kamaştıracak, liderliğine direnmenin nafile olduğunu kanıtlayacaktı. Prof. John McMurtry de geçen hafta Global Research sitesindeki yazısında General Wesley Clark’ın anılarında “ABD’nin 2001’de Irak, Lübnan, Libya, İran, Somali, Sudan ve Suriye’yi yıkmayı planladığını” yazdığını aktarıyordu. İran hariç bu ülkelerin içinde olduğu durum ortada.
Birbirini izleyen savaşların yanı sıra, genellikle kamuoyunun dikkatinden kaçırılabilen insansız uçak saldırıları (asla tam olarak saptanamayan ölü sayısı) Obama döneminde de yoğun biçimde devam ediyor. Kimi araştırmalara göre ABD ve İngiltere 2008- 2012 döneminde, insansız uçaklar (Drone), Libya, Irak, Yemen, Pakistan ve Afganistan’a yönelik 36 bin 400’den fazla sorti yapmışlar 1300’den fazla roketli saldırı düzenlemişler (www.thebureauinvestigates.com). ABD bu saldırılarda ölenleri açıklamadığı için sayıyı tam olarak saptamak olanaklı değil. Drone’lara ek olarak ABD yeni kuşak insansız uçakları, karada savaşacak, kendi hedefini kendisi saptayacak robotları devreye sokmaya hazırlanıyor.
Bu sırada NSA tüm dünyayı dinliyor, ABD güdümlü sözde sivil toplum örgütleri ülkeleri karıştırmaya, müdahaleye olanak verecek iç savaşlar çıkarmaya devam ediyorlar. Ancak Libya ve Suriye’den sonra, Ukrayna krizinin sergilediği gibi müdahale olanağı, meşruiyeti de hızla geriliyor, hatta olanaksız hale geliyor. Bu gelişme ABD hegemonyası ve şiddete dayalı “restorasyon” projesi açısından önemli sorunlar yaratıyor. Bunların başında da güven sorunu geliyor. ABD’nin liderliğini kabul eden, kendi güvenlikleri açısından ABD desteğine bel bağlayan ülkelerin ABD’nin sorumluluklarını yerine getirme kapasitesine ve isteğine güvenleri sarsılıyor.
Yeni Delhi’deki Politika Araştırmaları Merkezi’nden Prof. Brahma Chellaney Project Syndicat’da yayımlanan “Asya’da Alarm Zilleri” başlıklı yorumunda, ABD’nin Asya’daki geleneksel müttefiklerinin güvenini kaybetmeye başladığını vurguluyordu. Prof. Chellaney “Asya ülkeleri geçen iki yıl üç kez sarsıcı biçimde uyandırıldılar” diyor. Birincisi, 2012 Temmuzu’nda Çin, Filipinler’in de hak iddia ettiği Scarborough Sığlığı’na el koyduğunda, ABD Filipinler’le arasındaki ortak savunma anlaşmasına uygun hareket etmemiş, ikincisi, Çin, hak iddia ettiği sular üzerinde tek taraflı olarak bir hava savunması kimlik saptama alanı ilan edince, ABD tepki göstermek yerine uyum sağlamış, nihayet Rusya Kırım’ı ilhak edince, ABD Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü garanti eden 1994 Budapeşte Memorandumu’na uymamayı seçmiş.
Her üç durumda da ABD “rakipsiz” askeri gücünü kullanarak kendisinden beklenen güvenliği sağlayamamış. Ben, güven aşınması devam ettikçe, ABD’nin gerileme koşullarını kabul ederek uyum sağlamak yerine, güven yenilemek için sonunun nereye varacağı belirsiz de olsa risk alarak yeni bir askeri “gösteri” düzenlemeyi deneyeceğini düşünüyorum...
İmparatorluk gerilerken barışçı bir uyum değil, daha çok kan ve gözyaşı beklemek gerekiyor.
‘İmparatorluk’, Kan, Gözyaşı
Yazarın Son Yazıları
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.