Strateji, politika ve kimi sorular

04 Eylül 2017 Pazartesi

Perşembe günü stratejiden söz açmıştım, oradan devam edeceğim. Bir siyasi strateji değiştirmeyi amaçladığı şeyi doğru tanımlayabilmeli; bu değiştirme sürecine ilişkin önerdiği siyasi adımlar, iç tutarlılığı olan bir bütünlük oluşturmalıdır.

Tanımlama sorunu
Bugün Türkiye’de muhalefetin stratejisi neyi değiştirmeyi hedef alıyor? Tek adam yönetimini mi, AKP hükümetini mi? Amaç bunlarla, parlamenter süreçlerle, sınırlıysa (ki, “tek adam yönetiminin” bu süreçleri aştığı da söylenebilir) ilk seçimlerde bu ikisinden birine karşı seçenekler sunmaya ilişkin bir strateji düşünülebilir.
Eğer “tek adam”, AKP hükümeti ve rejim/devlet, organik bir bütünlük kazanmaya başladı diye düşünüyorsak, siyasal iktidarın tüm düzeylerini hedef alan, her düzeyde sert direnişle karşılaşması kaçınılmaz radikal değişimlere ilişkin bir strateji arıyoruz demektir.
Lider, parti-devlet ilişkisinin organik bir bütünlük kazanması, toplumda 15 yıldır yaşanmakta olan kültürel dönüşümler, AKP liderliğinin totaliter eğilimleri de göz önüne alınınca, karşımıza “Faşizm” kavramını getiriyor. Daha biz, tarihe bu kavramı sokan siyasi akımlarla, devlet biçimleriyle benzerlikleri/farklılıkları açıklığa kavuşturmadan, yakıcı bir soru, düşünce sürecimizi tırmalamaya başlıyor: Faşizm gibi son derecede baskıcı ve acımasız bir harekete ve devlete karşı nasıl mücadele edeceğiz?
Bu sorunun olası cevapları, strateji konusunda bizi, biz farkında bile olmadan, geri çekilmeye zorlayabilir. Örneğin, Faşizm yerine “yeni otoriterlik” tanımını benimser, Erdoğan ve AKP’yi dünyadaki Trump, Duderte gibi örneklerle aynı kaba koyar, demokratik ve barışçı mücadele biçimlerinin henüz tükenmediğini varsayarak, “bugüne kadar yaptığımızı (Ekmeleddin İhsanoğlu, Mansur Yavaş adaylıkları, dokunulmazlıkların kaldırılması, Yenikapı mitingine katılmak) daha iyi yapmak gerekir” sonucuna ulaşabiliriz.
Ancak eğer devletin biçimi, karşımızdaki siyasi hareket, özü itibarıyla -henüz inşası tamamlanmamış bile olsa- faşist ise, “yaptığımızı yapmaya devam etmek, objektif olarak, bu devlet biçiminin, hareketin ilerleyişini durdurmak bir yana (bugüne kadar durduramadığı gibi), kolaylaştırmayacak mıdır” sorusu da bizi bir türlü terk etmez.

Politika sorunu
Gelin, “Faşist midir, değil midir” sorusunun cevabını şimdilik bir kenara bırakalım. Onun yerine, karşımızdaki hareketin reflekslerinin, devlet biçiminin ürünlerinin aldığı somut biçimlerin somut etkileri üzerinde düşünelim.
Bu “somut biçimlerin somut etkileri” bağlamında hemen şu üç örneği göz önüne alabiliriz. (1) Bu akımın ve devlet biçiminin, 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarına gösterdiği tepkiler; kasım seçimlerine kadar yaşanan kanlı dönem; (2) 15 Temmuz’dan sonra, insan haklarını askıya aldığını açıkça ilan eden, önümüzdeki yıllarda da devam etmesi planlanan OHAL, KHK’ler ve tasfiyeler/ tutuklamalar. Basın üzerindeki ağır baskılar, kanıtsız davalar, (3) Referandum öncesi ortamda, “Hayır” kampanyası üzerinde yoğunlaşan baskılar ve referandum gecesinin, mühürsüz oy pusulaları skandalı.
Bu üç örnek ve sonuçları, belli bir siyasi refleks biçimine, bir dizi güvenlik politikaları uygulamalarına işaret ediyor. Şimdi sorabiliriz: Referandumdan sonra hızlanan KHK’ler bu refleks biçimini, güvenlik politikaları uygulamalarını güçlendirmiyor mu, genişletmiyor mu? 2019’da yapılması beklenen seçimlere bu güçlenme, genişleme altında gidilmeyecek mi? Başka bir biçimde gidilebilir mi? Başka bir biçimde gitmek için ne yapmak gerekir?
Ana muhalefet partisi CHP’nin liderinin Maltepe mitingindeki konuşması, sonra da “Adalet Kurultayı” sonuç bildirgesi bir seri değerli talebi ileri sürüyor, ama yukarıdaki soruları cevapsız bırakıyor. Bu sorular cevapsız kalınca da, muhalefetin stratejisi, AKP ve rejimi, yoluna devam ederken, “sürekli istemek” gibi marazi (muhalefeti uyuşturma, muktediri olduğundan güçlü gösterme eğilimi) bir biçim alma riskini de beraberinde getirmiyor mu?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları