‘Otoriterlik’ ve demokrasi

18 Eylül 2017 Pazartesi

Faşizmden farklı olduğu varsayılan bir “otoriterlik” Avrupa’da, ABD’den Filipinler’e, enerjisini neo-liberalizme, küreselleşmeye, düzenin seçkinlerine güvenlerini kaybeden halktan alarak (faşist hareket de öyleydi) yükseliyor.
Karizmatik bir siyasetçi, bu enerjiyle, seçimleri kazandıktan sonra yasama, yürütme ve yargıyı kendi elinde toplamaya, medyayı denetimi altın almaya, muhalefeti, devletin denetleme-dengeleme organlarını etkisizleştirmeye başlıyor (faşist lider, hareket de öyle yapmıştı). Bu süreçte, “bize” yabancı bir “öteki”ni hedef alan nefret ve şiddet işlevsel oluyor (faşizmde de öyleydi).
Yeni otoriterlik” savına göre, bir kişinin (Orban, Trump, Erdoğan olabilir) otoriter eğilimlerine karşı, demokrasiyi savunmamız gerekiyor. Ancak, “bir kişinin otoriter eğilimlerine” odaklanan bakış, o kişiyi, o eğilimleri uygulama noktasına taşıyan, orada tutan özgün toplumsal hareketi, tarihsel koşulları göremiyor. Savunmamız istenen “demokrasi” de oldukça sorunlu.

Demokrasi
Demokrasi, eşit, özgür insanların, kendi kendilerini -seçtikleri temsilciler aracılığıyla- yönetmesi demek. Ya seçilenler seçildikten sonra, seçenlerin değil de başka çıkarları, ya da kendi çıkarlarını ön plana koymaya başlarsa? Demokrasilerde, bu soruna çare olarak, devletin, seçilmemiş ama seçilenlerin verdikleri sözlere (üzerine yemin ettikleri yasalara) bağlı kalmasını sağlayacak denetleme, dengeleme organları, güçler ayrılığı modeli var.
Ancak dengeleme, denetleme organları, belli tarihsel koşullarda şekillenmiş değişken bir siyasi ekonomik yapıyı (kapitalizmi) korumayı amaçlayan yasaların, ideolojik-kültürel ortamın belirleyiciliği altında işliyor. Örneğin, kapitalizmin bir kriz yönetme rejimi olarak noliberalizmle, eşitlik ve özgürlük kavramlarının içeriği, farklı kimliklerin piyasa ilişkileri içindeki eşitliği ve piyasa ilişkilerine katılma özgürlüğü olarak, yeniden tanımlanmıştı. Böylece çalışanların hakları ve özgürlükleri, bir önceki büyüme dönemine kıyasla belirgin biçime gerilemişti.
Demokrasiye” kuşkuyla bakmak için başka nedenler de var. Örneğin yasalar önündeki eşitlik, ekonomik kaynaklara, servete, bilgiye ulaşma olanakları arasındaki farkların etkisiyle pratikte anlamını yitiriyor. Çoğunluk, kendisini yönetecek olanları özgür bir ortamda seçiyor olsa bile, bunları her zaman, ekonomik kaynaklara, bilgiye ulaşma, bilgiyi üretme (üniversite, dini kurumlar, medya vb...) kapasitesi yüksek, çoğu kez siyasi partilerde örgütlenmiş bir azınlık içinden seçiyor. Ekonomik kaynakların yönetimi, dağılımı söz konusu olduğunda bu azınlık, her ekonomik kriz döneminde, ekonomik kaynakları kapitalizmi ve kendisini korumakta kullanırken, krizin mali yükünü çoğunluğun üstüne, ya sosyal hizmetleri kısarak, ya da vergileri artırarak yıkmaya başlıyor. Bu çoğunluktan alıp azınlığa verme pratiğine yönelik itirazlar da, medyanın yardımıyla yaratılan, “yoksa her şey çöker” (sonra, Naziler, Hiroşima, iç savaş, terör vb.) korkusuyla, düzenin işleyişine ilişkin açıklamalara yönelik şüpheler de, düşünmeye vakit bırakmayan, eğlence endüstrisinin, tüketim kültürünün ürünleriyle, iş güvensizliği- borç kıskacı altında etkisizleştiriliyor.
Böylece, demokrasi, pratikte (Peter Sloterdijk’in kimi kavramlarını ödünç alırsak) azınlığın yönetiminin, (oligocracy), “mali çıkarların yönetiminin” (fiscocracy), “korkunun yönetiminin (phobocracy) adı oluyor. Çoğunluk da, bu duruma itiraz ederken, seçkinleri (oligocracy) ve medyayı (phobocracy) hedef alan, bilgiye değil kanaatlere dayanan kolay çözümleri öneren “yeni otoriter” liderlere yöneliyorlar.
Gerçekten de otoriter liderlerin gücü halktan geliyor; peki, Brecht’in sorduğu gibi “Halktan gelen bu güç nereye gidiyor?”: Demokrasi görüntüsüyle gizlenen “oligokrasi”nin de gerisine, gittikçe ağırlaşan totaliter blr “otokrasiye” (faşizme) doğru.
Öyleyse, ya “oligokrasi” (demokrasi), ya “faşizm” seçeneklerini reddedip, “oligokrasi”nin görüntüsü olmayan bir başka demokrasinin yaşayabileceği bir başka toplumu amaçlamak gerekiyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları